
Çınarlarında kolan vurdum, hapislerinde yattım.
Hiç bir şey gidermez iç sıkıntımı
Memleketimin şarkıları ve tütünü gibi...”
.............................. Nazım Hikmet
ERGENE’nin sularını, güneşin sıcaklığını cömertçe sunduğu bu verimli ovaya, Türkiye’nin en küçük dört ilçesinden biri olan Pehlivanköy de ayrı bir sıcaklık katar ve hiç bir olumsuzluk bu sıcaklığı bozamaz...
İSTANBUL’dan çıkıp, Trakya’yı kuzey-batı yönünde tam ortadan ayıran E-5 karayolundan Edirne yönüne gidiyoruz. Bir zamanlar göz alabildiğine tarım yapılan bu toprakların yerini sanayileşme almış. Rengarenk boyanmış(!) bu fabrikaları ardımızda bırakıyoruz.. Kuruluşları 1940’ta yasallaşan köy enstitülerinden biri olan ‘Kepirtepe’, Lüleburgaz’a geldiğimizin ilk işareti oluyor.. Tabi, ‘Köy Enstitüsü denince Mehmet Başaran hocamızı ve onun‘Tonguç Baba’ şiirini anımsıyoruz bir an:
Komadı karanlığın ağaları
Halk uyansın çiçeğe dursun
Komadı aydınlıktan korkanlar
Terledin dayattın bizim için
Hey Cılavuzlar Kepirler Hasanoğlanlar
Lüleburgaz’da bir gece konaklıyoruz. Buradaki arkadaşlarımız bize yardımcı oluyorlar. Ertesi gün arkadaşlarımızdan birkaçı panayıra gitmek için bize katılıyorlar. Babaeski ilçesini geçtikten sonra, ayçiçeği (günebakan) tarlalarının arasındaki Pehlivanköy tabelasından sapıyoruz. 20km boyunca, Doğanca, Hıdırca ve Kuştepe köylerini ardımızda bıraktıktan sonra ilçedeyiz. Büyük bir bez-afiş karşılıyor bizi: “Pehlivanköy Panayırına Hoşgeldiniz”. İlçe merkezine çok uzak olmayan panayır alanı hemen seçiliyor. ‘Bir başka çadır kent’.
İNSANLAR, yaşamın acımasızlığına karşın, geçmişten kalan duygularını yaşatmak adına, yüzyıllık geleneklerini bir kez daha yerine getirmek için, sımsıcak Pehlivanköy ovasında toplanmışlar. Bu; yüzyıldır süregelen ‘Pavli Panayırı’dır.
ADI Pehlivanköy Panayırı olarak geçse de, yöre halkı ‘Pavli Panayırı’ ismini benimsemiştir. Bazı kaynaklar 110 yıllık geçmişi olduğunu söyler Pavli Panayırı’nın. Panayır, büyük bir kararlılıkla ve hiç değişmeyen tarihiyle, hangi şartlar altında olursa olsun, her yıl Eylül ayının 18’inde başlar ve 5 gün sürer.
...Ah Tren Kara Tren,
Odur Yari Götüren.
Gitti Yarim Gelmedi,
Budur Beni Bitiren.
Kumralım Güzelim Aman,
Yandım Vallah.
Seversen Mektup Yolla...
BİR Çorlu, bir Lüleburgaz, bir Babaeski için E-5 karayolu ne anlam ifade ediyorsa, Pehlivanköy için demiryolu aynı şeyi ifade ediyor. İstasyon binalarının bildiğimiz o kendine özgü yapısı, Pehlivanköy’e ayrı bir hava katıyor. Tren istasyonundaki kiremit ve sarı renge boyanmış, iki katlı taş bina, 1889 yılında yapılışından bu yana zamana meydan okuyarak, özgün duruşunu korumuş. İstasyon binaları, Şark Demiryolları adındaki bir Fransız şirketi tarafından yapılmış ve Cumhuriyet Dönemi’nde Atatürk’ün ulusallaştırdığı demiryollarının, yani TCDD’nin malı olmuş(1).
(1) Pehlivanköy İlçesi Köylere Hizmet Götürme Birliği Yayını, “Pehlivanköy” kitabı.

Fotoğraflar: vahit akça - ihsan eroğlu
PANAYIRIN KAPISI
BİR anlamda panayırın kapısıdır tren yolu. Aynı zamanda, ilçe merkeziyle panayırın kurulduğu ovanın da sınırı. Rayların ötesindeki dünyaya karışmak için sadece bir adım atmanız yeterli. Adımınızı atmanızla birlikte, pazaryeri ile başlayan panayırın renkli dünyasındasınız..









. . .
Pehlivanköy’ün bilinen tarihi (1)
PANAYIRIN isminin Pavlikarlar’dan geldiğini ve halkının Pomak asıllı olduğunu, Bizans döneminde bölgeye yerleşip, Osmanlı döneminde yaşamlarını devam ettirdiklerini söylemiştik Pehlivanköy’ün bir başka kaynaktan öğrendiğimiz bilinen tarihi ise Osmanlıların Rumeli’ye geçişleri ile başlıyor. Osmanlı sülalesinin ileri gelen aileleri Ergene Nehri’nin suladığı verimli topraklara yerleşir. 1361 yılında kurulan ilk köy Çenge Köyü olur. Bu köy bugünkü Çengerli köyüdür. Diğer köylerin kurulması 1877 Osmanlı-Rus savaşından sonraya rastlar. 1877-1878 Osmanlı-Rus savaşında, Gazi Osman Paşa komutasında yapılan Plevne savunmasına rağmen, Çatalca önlerine kadar ilerleyen Rusların önünden kaçarak bölgeyi terk eden halkın yerine, savaş sonrası imzalanan Ayastefanos antlaşması ile Bulgaristan’ın İzver ve Lofça bölgesinden göç eden Türkler gelip yerleşirler. Göçler nedeniyle bölgeden ayrılan Çerkez kabileleri, bu bölgeyi “Pavli” ya da “Pavlu” olarak adlandırmışlar.
BİR başka kaynakta Pehlivanköy’ün hikayesi şöyle anlatılır: Osmanlı padişahı Abdülaziz güreşe meraklı olduğundan ve kendisi de pehlivan olduğundan, zamanın ünlü pehlivanlarını cariyeleriyle evlendirir. Padişah bu pehlivanlara toprak vererek, onları Büyükmandıra ve Pehlivanköy civarındaki verimli topraklara yerleştirir. Tarihçilerin belirttiğine göre, bölgede isim yapmış pehlivanların yetişmiş olması bölgenin cumhuriyetten sonra Pehlivanköy olarak anılmasına neden olmuş. Kuruluş tarihi kesin olarak bilinmemekle birlikte yörede önceleri Rumların ve Çerkezlerin yaşadığı bilinmektedir. Pehlivanköy I. Dünya Savaşı sonrası Yunan işgaline uğramış ve önemli direnişlerin merkezi olmuştur.
Pehlivanköy ile karşı yaka köyleri arasındaki ulaşım, Ergene nehri üzerinde kurulu, Osmanlı İmparatorluğu zamanında yapılan tarihi Akarca Köprüsü ile sağlanır. Rivayet o ki; köprü Pavlu adlı bir usta tarafından yapılır. Yapım sırasında tüm çabalara rağmen orta kemeri tutturmak bir türlü mümkün olmaz. Pavlu usta, bir yiğidin kurban edilerek duvarın içine gömülmesi ile kemerin ayakta kalabileceğini söyler. Çare olarak, kendilerine her gün yemek taşıyan kadınlar arasında kura çekilir, her kim ki kurada çıkarsa kurban edilecektir. Ertesi gün yemek getirecek kadına kura isabet eder, kadın yeni doğum yapmıştır ve çocuğunu emzirmektedir. Kadın kemere sıkıştırılarak kurban edilir ve böylece kemer tamamlanır. Sonrasında, her cuma gecesi köprü ayağında ağlayan kadın sesi duyulduğu ve iki taş arasından süt aktığı söylenir. Pehlivanköy adının bu rivayete dayandırıldığı da ifade edilir.
. ..
Akarca köprüsüyle ilgili rivayet, bir Pomak kadını tarafından söyle de anlatılır: “Köprünün orta kemerini tutturmayı başaramayan Pavlu usta, işçileri akşam paydosunda toplayarak; kemeri tutturmak için, sabah ilk yemek getiren işçinin karısının kurban edileceğini ama işçilerden durumu karılarına anlatmamalarını ister.. Bütün işçiler durumu karılarına anlatmış, bir tek Pavlu usta sözüne sadık kalmıştır. Ertesi sabah işçilere ilk yemek getiren kadın, Pavlu ustanın karısıdır...”

PAVLİ-bölüm-3
vahit akça - ihsan eroğlu
VE ERGENE
Dere Geliyor Dere...
‘Altın kazması iner binlerce yıl önceye
Dizer sevinçlerini bilgin:
Yağdanlıklar, iğneler, çömlekte kavruk buğday,
Ama ne el kalmış, ne ayak,
Ne can izi, ne türkü, ne dernek...’
-............ Ceyhun Atıf Kansu
Dere Geliyor Dere...
‘Altın kazması iner binlerce yıl önceye
Dizer sevinçlerini bilgin:
Yağdanlıklar, iğneler, çömlekte kavruk buğday,
Ama ne el kalmış, ne ayak,
Ne can izi, ne türkü, ne dernek...’
-............ Ceyhun Atıf Kansu


Nazım Hikmet bir köprüden bahseder bir şiirinde: “...Bir köprü geçtim, yarısında fenerler pırıl pırıl, yarısı kapkaranlıktı...” Anlatılan, sanki rivayetteki Akarca köprüsüdür.. Aynı, Nazım’ın dizelerindeki gibi bir yanı pırıl pırıl bir şenlik, bir yanı artık kan ağlayan Ergene’dir.

Basında Ergene
-Trakya`nın en önemli nehri olan Ergene Nehri ve Havzası, aşırı sanayileşme ve bunun yarattığı kirlilik nedeniyle can çekişiyor... Eskinin verimli toprakları da geçmişte kalmış..
-Ergene Havzası’nda daha fazla kar icin 1500 civarında fabrika yapılmış... Bunların coğu Tekstil sektörüne ait.. Verimli topraklar üzerindeki bu başdöndürücü yapilaşma hızlı gelişme ekonomik olarak -bazı- yüzleri güldürmüş belki ama bu gelişmenin bir de kirli yüzü var. Ek masraf gerektirdiği gerekçesiyle arıtma tesisi kurmayan bu fabrikaların rengarenk boyanan görüntüsüne karşın, atiklarının etkisiyle bölgenin candamarı Ergene artik simsiyah akıyor.. Artık Ergene değil, büyük bir kanalizasyon görüyorsunuz... Kimyasalların yeraltı sularına karışması nedeniyle su kaynaklarının tehdit altında oluşu da cabası... Yapılan bir araştırmaya göre, bu fabrikaların her gün yeraltından çektikleri suyun 5 milyon metreküp olduğu ve geri dönüşüm olmaksızın tüketildiği kaydediliyor.
-(TEMA ) Lüleburgaz Temsilciliği, Trakya`da Çorlu -Çerkezköy -Muratlı -Lüleburgaz bölgesini `şeytan dörtgeni` diye tanımlanıyor...
-Trakya Üniversitesi tarafından hazırlanan raporda ise, `Ergene Nehri`nde artık doğal hayatın bittiği söylenebilir` ifadesi yer alıyor...
-Trakya Üniversitesi ile Çevre Bakanlığı arasında 11 Kasım 1999’da imzalanan “Ergene Havzası Çevre Düzeni Planı” projesinin ardından, toplanan veriler neticesinde Ergene Havzasının bağımsız olmadığı, Ergene’yi etkileyen ve Ergene’den etkilenen diğer bölge ve havzaların da projeye dahil edilmesi gerektiği saptanmış ve proje “Trakya Alt Bölge Planı” haline dönüştürülerek çevresel kalkınmada bir adım daha atılmıştır..” (3)
“Ergene Havzası Çevre Düzeni Planı”nı anlatan projeden umutlu bir hava yükselse de, sorunların ne derece çözüldüğünü anlamak için Ergene Havzası’nı içine alan bölgeyi dolaşmak yeter! Can çekişen Ergene’ye ve yok olan tarıma karşın sanayicinin gözünün yine bu topraklarda olduğunu bilmekse insanın içini acıtıyor... Acı sonuçlara ilişkin bir başka bilgi de; “..Amerika ve Avrupa`daki kot üreticilerinin, oradaki çevrecilerin baskısı nedeniyle fabrikalarını kapatıp üretim üssü olarak Türkiye gibi ülkeleri tercih etmesi..” yönünde...
EVET, bir zamanlar Trakya’nın candamarı olan Ergene, yine de panayırın da en can alıcı noktalarından birini oluşturuyor... Gelişen ve tadına doyamadığımız çadır muhabbetleri bizi, Çerkezköy’den Uzunköprü’ye, Saray’dan Havza’ye kadar, Trakya köylüsü ve çiftçisinin gözbebeği olan Ergene’nin ve Ergene muhabetlerinin tam da ortasına bırakıveriyor şimdi...






Giderim yolce yolce
Yolun çiçeği morce
O senin bakışların Hanım Ayşem
Sokuyor beni borce.
Tabi sadece güzel tanıklıkları değil aynı zamanda, geçmişteki duyarsızlığımızı da getiriyor gözlerimizin önüne.. Toplumsal duyarlığımızın yanına koymayı unuttuğumuz, “çevreye ve doğaya olan duyarsızlığımızı”...
Trakya’nın içki tüketimiyle, ‘doğaya olan duyarsızlığımız’ arasındaki bağıntıyı, geçmişte Ergene’ye fütursuzca fırlattığımız (haliyle) içi boşaltılmış Güzel Marmara şişelerinden, anlamak da olası.! “...Ama hepimiz biliyoruz ki, biz Ergene için hiçbir şey yapmadık. Çocuktuk Ergene henüz kirlenmeye başladığında. Hiçbir şeyin farkında değildik.” diyor bir kardeşim... Ergene kenarına kurulu bir köy olan Karamusul’un web sitesinden (4) böyle haykırıyor: “Biz Ergene için hiçbir şey yapmadık...” Ne kadar da haklı.. Sanayi sonradan geldi ama, öncesinden hepimiz sorumluyuz..!
Küresel iklim değişikliği ile “felaketin eşiğine gelinen belki şu son yıllarda” (5), Trakya’nın nüfusu küçük ama duyarlılığı azımsanmayacak derece önemli olan Karamusul köyünde çevre bilincinin bu denli yayıldığını görmek, saydığımız olumsuzluklara rağmen umut veriyor..
HANİ hep, “zaman su gibi akıp gidiyor” deriz ya, işte o misal; kirlilik ve acımasızlık, bir zamanlar, kendimizi güvenle sularına bıraktığımız Ergene’yi kırıp geçirdi belki ama beri yakada, çadırları çevreleyen, “yorganları tütün kokan” yüzlerce ‘römork ev’den yükselen çocuk ağlamaları, zamanın içinden hızla geçiyor hâlâ...


(1) http://m.domaindlx.com/traklar/index.htm
(2)Tümülüs:Latince bir sözcük olup (çoğulu tümüli), bir mezar ya da mezarlık içeren, toprak yığılarak oluşturulmuş tepeciklere verilen addır. Höyük ve kurgan (Orta-Asya'da) da denilen tümülüs yapma geleneğine sahip ulusların sayısı fazla değildir. Bunlara en çok Anadolu’da, Trakya’da, Orta Asya’da, Rusya’da ve Meksika’da rastlanır.
Traklar'ın mezarları bu şekildedir. Trakya'nın en görsel anıtları tümülüslerdir. Trakya'nın tek düze doğal yapısını süsleyen ve ona bir hareketlilik getiren tümülüslerin tam bir envanteri çıkartılmamıştır. Genel olarak mezarın üzerine yapılan her türlü yükselti tümülüs olarak adlandırılsa da, yapıldıkları döneme, tepenin ve mezar odasının biçimine, niteliğine, ölünün gömülüş şekline göre mezar tepelerinin değişen geniş bir çeşitlenmesi vardır. ( http://tr.wikipedia.org/wiki/T%C3%BCm%C3%BCl%C3%BCs)
(3) Ergene ilgili (2004-2007 yılları arası) yayınlanmış çeşitli gazete küpürleri.
(4) http://karamusul.com/index.php?option=com_content&task=view&id=19&Itemid=1
(5) http://www.acikradyo.com.tr/default.aspx?_mv=case&cas=924 //* 3. bölüm sonu
PAVLİ_4-

........... ZURNADA PEŞREV OLMAZ
Zurnadan kazandı
Zurnadan yiyor
Zurna gibi
Peşrevsiz yaşayıp
Peşrevsiz ölecek
Zurnam
Zurnam
Ben buralarda dururum
Gitmem
................ -Orhan Murat Arıburnu



‘...Bir bira içmek istiyordu kaç gündür
Masaya biranın dökülüşünü koydu
Bir bira içmek istiyordu kaç gündür
Uykusunu koydu uyanıklığını koydu
Tokluğunu açlığını koydu
Masa da masaymış ha
Bana mısın demedi bu kadar yüke
Bir iki sallandı durdu
Adam ha babam koyuyordu.’
........................- Edip Cansever
Böylesi bir eğlence içerisinde sakin sakin oturabilmek mümkün değildir. Bir taraftan oynanıyor, diğer taraftan nar gibi kızarmış kuzular yeniyor, biralar, rakılar içiliyor. Çadırdaki muşamba örtülmüş küçük masaların üzeri bira şişeleriyle dolu. Garson çocuk hesabı karıştırmamak için midir ne, hiç dokunmamış şişelere... Toptan görecek hesabı! Masadaki göbekli mi göbekli adam, bir elini başının üstüne koymuş, diğer elinin iki parmağı arasına sıkıştırdığı bira şişesinden yudumlayarak oynuyor. Aldığı tat, kulağına üflenen zurnanın verdiği keyfe karışıyor.. Adam sanki oynamıyor adeta uçuyor. Birasını bir çırpıda dikip, cebindeki para destesinin arasından sendeleyerek sıyırdığı bir binliği, davulun üzerinde şöyle bir döndürdükten sonra, zurnanın ağzına tıkıveriyor.
Zurnacı ise, havayı ve istifi hiç bozmuyor. Eyvallah dercesine, tekgözünü kırparak, başını eğiyor... Davul-zurnalar, 'zil zurnalara' eşlik ediyor durmadan...



PAVLİ-5*
vahit akça
ihsan eroğlu
yusuf darıyerli
ÇOCUKLARIN GÖZÜNDEKİ PIRILTI: LUNAPARK






Panayırın girişindeki pazar yeri ne kadar sakin duruyorsa, Lunapark o kadar gürültülü.. Hemen hemen her eğlence yerinden yayılan müzik gürültüsüne daha ötelerden gelen davul zurna sesleri karışıyor ve sesler bir kakafoniye dönüşüyor... Bunca gürültü arasında, bir Makedonya halk türküsü olan “ujiçka”, kulakları tırmalarcasına bütün gürültüyü bastırıyor. Her şeye rağmen, biraz uzaktan duyulsa da kulağa sürekli hoş gelen bir şey var:
Davulun sesi... Bu çağrıyı yine boş bırakmıyor ve tekrar o tarafa yöneliyoruz.

vahit akça
ihsan eroğlu
yusuf darıyerli

‘Kömürler içten yanar,
birden parlayacaklar...’
Sevinç ve neşe sabahlara kadar yanan bir ateşin üzerinden ne kadar dışa yansıyorsa, hüzün ve gözyaşı, için için yanan yüreklerde o kadar saklı durur sanki...
Herman Hesse’in; ‘Trajedi ve mizah birbirine karşıt şeyler değildir, daha doğrusu karşıtlıkları birinin ötekisini amansızlıkla davetinden kaynaklanır.’ demesi gibi, bu kenar mahalle insanları ayrımcılık, dışlanmışlık, haksızlık ve yoksulluk kavramlarıyla özdeşleş-tiril-miş olsalar da, içlerindeki bitip tükenmeyen enerjiyi, yaşam sevinçlerini, neşe ve hatta mizahı her zaman ve şart altında büyük bir coşkuyla dışa vururlar. Bu, umuttur...

Çünkü bu panayır, onlar için büyük bir ekmek kapısıdır. Çünkü; “İhtiyaçlar listesinde ekmek her zaman her şeyden önce gelse de”.. Açlık; farklılığa, insanlığa, sevgiye ve özgürlüğe de duyulur.
Bütün oyun çadırlarının önünde Romanları görmek olası... Hele, roman kızlarının ne ağızları ne de bedenleri durmak bilmez.. Ağızlarında patlayan cikletleriyle, hani ‘kapı kıcırdısına oynarım’ misali, her şarkıda oynarlar..
Müzikler değişiklik gösterse de oyun tarzları değişmez.. Onların kıvrak dansları yeni gelenler için sanki iyi hazırlanmış bir tuzak gibidir.. Bir kere kıvrak eller, müşterinin omuzlarına dolandı mı, bilin ki oyun çadırlarında para harcanacak... Pavli’ye yolunuz düşer de bu çadırlara uğrarsanız, bedenlerin kıvrak olduğu kadar, bu konuda ellerin de usta olduğunu görürsünüz... Bazen çadırların önünden geçerken kasket veya şapkanızı ustaca bir refleksle kaparlar..
Panayırın devamlı müdavimi olanlar deneyimlidir bu konuda... Bu tür geleneksel çalımları yememek için, çadır önlerini açıktan geçer, gördükleriyle uzaktan yetinmeyi bilirler. Biraz daha cesaretli olanlar yaklaşmayı göze alır fakat bu kıvraklığa ve atikliğe karşı tedbiri de elden bırakmazlar.. Bazen de tatlı dille çekerler çadırlara... Mecburen gidersiniz peşlerinden... Bir kaç tüfek ya da halka atmadan kavuşamazsınız kasketinize... Roman kızlar, giysilerinin ve makyajlarının sunduğu avantajı da büyük bir ustalıkla kullanırlar. Onların muhabbetlerine de katılmamak olanaksızdır..
YAVAŞ yavaş karanlık bastırıyor ve her şey gündüz saatlerinden farklı bir görünüme bürünüyor. Alandaki ve büyük çadırların önündeki sayısız lamba teker teker yanıyor, sonra çevirme mangallarının dumanları arasından sızan, belli belirsiz ışık hüzmelerine
dönüşüyorlar.

Sonra bir hallicesi bir dillicesi
Daha sonra güldü kaçtı
Kadınların en incesi
Derken sıra esmere geldi
Bir etlicesi bir sütlücesi’
-Salah Birsel
GECE bastırıyor ama roman kızları için gün yeni başlıyor... Daha çok roman kızların bulunduğu oyun çadırları, lunaparkın o ışıltılı havasından geri kalmıyor. Artık onlar için daha önemsedikleri günün ikinci yarısı başlıyor. Bir başka havayla hazırlanıyorlar çadırlarının makyaj odalarında. Çadırların bez kapıları teker teker aralanıyor ve roman kızları bir bir çıkıyorlar sahneye..! Ve oyun alanlarına dağılıyorlar; langırtçılar, halkacılar, fincancılar, zarcılar...
Kınalı eller müşterisine tüfek attırmak için çabalıyor:
"-At bi da be güzêl çocuk... Yab bi güzêllik..."
‘...Ağzında kan kırmızı bir can eriği
Mehtapla beraber düşmüş gibi arza;
Kızlar ki güzel
Dört Başı mamur ve murassa...’
-Niyazi Akıncıoğlu
ALANIN ışıkları o kadar yoğun ki, alabildiğine aydınlık bir gecedeyiz demek yanlış olmaz... Çoğu kişide kafalar kıyak... Mangal kokuları ve dumanları hiç eksik olmuyor.. Bazı Roman kızlarında, makyajlar abartılı, giysiler ‘versace’, danslar kıvrak, şarkılar arabesk. Onların bu hali, büyük şehirlerde, ‘anlı-şanlı sahnelere çıkan ablaları gibi olmak’ düşünü yansıtıyor. Belki oralara yıldız olamayacaklar, belki isimleri ışıklı neonların en üstlerine yazılmayacak ama onlar hiç kuşkusuz “Pavli'ninYıldızları’dır...
BÖYLESİNE hareketli ve tükenmek bilmez bilmez Roman kızlarının aksine, yaşlı kadınlar, kızlar kadar enerjik değiller... Biraz yorgun ve biraz sessiz ama herkes gibi çalışkanlar.. Yorgun bakışlar, gençliklerinde zor günler geçirmiş olduklarını anlatır... ‘Hüzün çocuklar için arada bir, yaşlılar için sürekli’dir sanki...
ROMAN erkekleri ise, pek göz önünde değiller, onlar daha çok zulada, sürekli etrafı ve roman kızları kontrol ediyorlar. Daha çok, çalıştıran durumundalar...
Roman kızları fotoğraflamaya çalıştığımız bir sırada, elinde bira şişesiyle yanımıza bir kaç genç dikiliyor.. Hiç bir tepki vermiyorlar.. Biz hareketlendikçe ardımız sıra geldiler.. Kısa bir, ne olduğunu anlama vaziyetinden sonra içlerinden biri: “Gazteci misiniz aga?” diye soruyor.. “Yok, sadece fotoğraf çekiyoruz”... “İstanbul’dan mı geldiniz? diyor arkasından. “Evet ama ben Burgaz’lıyım” diyorum.. “Burgaz”lı ya da Trakyalı olmanın, onlar için bir anlam taşıdığını belli eden davranışlarla gevşiyorlar ve biri elindeki bira şişesini uzatıyor...
Şişeden bir fırt alındı, sanki kırk yıllık dost olundu... Çayhane olarak kullanılan çadırlardan birinin önüne tabureler çekildi.. Çadıra doluşuldu... Biralar gitti, çaylar geldi.. Muhabbet başladı:
-“Bak aga, büyük şehirlerden geliyorlar, resim çekiyorlar, sonra da bazıları bizi kötü anlatıyorlar oralarda” diye dert yandı bizi getiren.. “Onun için sıkıldık biz biraz, yanlış anlama!” Sonra muhabbet koyulaştı, laf lafı açtı:
“SAVAŞ Ay’da gelmişti buralara... iyi tanırız biz onu...” diye başladı Muharrem. Oyunculuk yetenekleriyle devam etti. ‘Meşhur artizlere’ benzetilmenin verdiği havayla: “bizim kızanlar da,“artiz” diye de çağırır beni. İstanbul’u avcumun içi gibi bilirim.” diye konuşuyor. Yanındaki; sanki biraz İstanbullu olmuş ağzıyla, panayırın nasıl kurulduğunu, yer kirasından, baktıkları çadırlara kadar anlatıyor bize. Bir “arlemli”yi anımsatıyor. İstanbul’da, buradakilerden daha iyi bir yaşamı olduğu anlaşılıyor.. Özenli giysileri, altın künyeleri ve pahalı olduğunu düşündüğüm saati, kazıttığı saçları ve kapkara gözlüklerinin ona kattığı gizemli ve sert imaj, onu buraların pahalı, en ulaşılmaz ve sanki en korkulası adamlarından biri gibi gösteriyor. Oysa, muhabbetin getirdiği içtenlikli havanın ardından, o sert görünümlü adamın içinden yumuşacık bir yürek çıkıveriyor..
-“Adi be olumm, nerede kaldı bu çaylar?”
İnce bacakları, uzun süre giydiği her halinden belli olan eskimiş pantalonu ve lastik pabuçlarının içinde çelimsiz görünse de, koşarak getiriyor çayları çocuk. Ustaca ellerimize tutuşturuyor.. Yüzü de gözlerinin içi de sürekli gülüyor... Panayır roman çocukları için de çok şey ifade ediyor kuşkusuz... Ama onların, panayıra eğlence için gelen bir çok çocuktan farkları var! Onlar, çalışan ablaları ve annelerinin en büyük yardımcıları...
İkram edilen sigaralar ve içilen çayların tadında muhabbet sürüyor. “Çatalca’ya da gidiyor musunuz?” Gülerek: “yok aga, oralara pek uzanmayız, herkesin bölgesi kendine. Buraları yeter bize...Hem zaten artık Çatalca’da bitti..!” diyor Muharrem...
Lafı daha fazla uzatmadan, fotoğraf çekmemiz gerektiğini söyleyerek, muhabbet ve ikramlar için teşekkür ediyor, panayırın başka bir köşesine yöneliyoruz.
LUNAPARK ve büyük oyun çadırlarını oluşturanlar büyük çoğunlukta Roman. Hayrabolu, Babaeski, Havza, Büyükmandıra, Uzunköprü, Keşan, Süloğlu gibi Pavli’den daha küçük panayırlara da gidiyorlar. //5. bölüm sonu
PAVLİ-6*

DÖRT GÖZLE BEKLENEN...

BÖYLE diyor Mustafa dayı... Çoğunluğunu Çerkezlerin oluşturduğu Çerkezmüsellim köyünden gelmiş. Enver Gökçe’nin ‘İbrahim’i sanki; ‘kaşının üstüne yan yıkmış kasketi, afili’... Ekonomik krizlere ve yaşanılan olumsuzluklara rağmen, Pavli panayırının kendileri için ne denli önemli olduğunu bir kez daha vurguluyor.. Oğlunu evlendirmek için iki arazisinden birini satmış olmasının verdiği sıkıntı bile neşesini pek bozamamış.
ÇADIRDAN oluşturulan çayhanedeki muhabbetin keyfi sürerken, davul ve zurna sesleri buraların efendisi benim edasıyla her daim çadırın içinde yankılanıyor.
Bizim ise, dışarıdan geldiğimiz her halimizden belli.. Bir anda etrafımız sarılıyor.. Plastik sandalyelerin arasına tabureler, ağızlıklara cigaralar sıkıştırılıyor. Çaylar söyleniyor, tespihler sallanıyor...
-Selamünaleyküm, hoşgeldiniz...
MİSAFİRLERE söylenen bu sözler, çadırı birkaç kez turluyor.. Her söylenişinin ardından, ‘Merhaba, hoşbulduk.’ diyoruz tek tek.. Tanışma faslı başlıyor sonra.. “Kimsin, nerelisin?” derken çayların biri geliyor, biri gidiyor.. İlerleyen dakikalarda gündeme damgasını vuran konular açılıyor.. Çingenelerin, Pomakların, Çerkezlerin yanyana oturup muhabbet ettiği çayhanede bazen de araya reklamlar girmezse olmuyor:
“ESKİDEN tren geçemezdi kalabalıktan be, otuz bin kişi olurdu burada, şimdi öyle mi ya..! Yine de neşemiz yerinde Allah’a şükür...”
PANAYIRIN en keyifli yanlarından biriydi çadır muhabbetleri.
MUHABBET arası tazelenen çaylarla birlikte, söz dönüp dolaşıp, sürekli yaşanan sorunlara takılıyor. Yeri gelmişken anlatıverilen sorunlar, içten içten yanan kor gibi dökülüveriyor sözcüklere. Muhabbeti koyulaştırdığımız çayhanenin devamlı müdavimlerini, panayırın başka bir bölümündeki “hayvan ve emtia pazarı”na mal ve hayvan getiren köylüler oluşturuyor. Genellikle yakın çevrelerdeki şehir ve köylerden geliyorlar.

..A bre Sülüman Aga
tut çakal beygiri
uralım yuları
sıkalım kolanı..
SORUNLAR ne kadar hissedilse de, derinliğine yaşanan bu çok renkli ve keyifli panayırın havasını bastıramıyor. Çünkü yılda bir kez yapılan bu panayır, yöre insanın her şeye rağmen en büyük eğlencesi ve umudu... “Bayramları” bir yerde.
ARTIK çoğu yok olmuş, bazılarıysa yok olmaya yüz tutmuş Trakya panayırları yanında, eski kalabalıkları göremese de, coşkusu ve renkliliğinden çok şey yitirmemiş Pavli Panayırı... Trakya insanı için bir şans olan bu panayıra gitmemek, çok büyük bir eksikliktir.
‘RÖMORK evler’de, çoluk, çocuk, kız, kızan, soğuk ve yağmur demeden, panayır boyunca buralarda kalınma fedakârlığına katlanılan böylesine renkli bir panayır, haliyle her sene dört gözle beklenir.


Oğuz ARAL ustadan bir "Kapak Karikatürü Öyküsü..."

bir "Kapak Karikatürü Öyküsü..."
MİZAH VE ŞİİR adlı BLOG internet sitemizde okuyucusuyla buluştu...
http://mizahvesiir.blogspot.com/