PhotobucketTELİF HAKLARI / "Bu Blog İnternet sitesindeki eserlerin, 05.12.1951 tarih ve 5846 sayılı FİKİR VE SANAT ESERLERİ KANUNU uyarınca eserden kaynaklanan mali ve manevi hakları eser sahiplerine aittir, izinsiz kullanılamaz." />>devam


23 Ağustos 2007 Perşembe

Suavi SÜALP'ten bir ÖYKÜ...*

.... SÜMBÜL Tozar Taşkasaplı olup, babası ve anasının bütün ısrarlarına rağmen meşhur
olmayı kafasına koymuş, daha on iki yaşında Çifte Saraylar bahçesinde Kör Muhittin'in himayesinde ilk şarkısını söyleyerek istikbalde iyi bir şarkıcı olacağını isbat etmiştir...
..... Sümbül daha tozmaya on yaşında başlamış, üst kattakilerin oğluyla Yıldız parkında tozarken, fazla toz kaldırdığı gerekçesiyle karakolu boylamıştır.
.... Sümbül (asıl adı Makbule) serbest hayata atılacağını babasına haykırarak söylemiş;
babasının nüzül, anasının felç olmasını takmayarak, arkadaşı bir şoförün taksisine atladığı gibi, soluğu Taksim'de almıştır.
.... Çiçeği burnunda bir kız olan Sümbül'ü "Radyonun Sesi" muhabirierinden Sadrettin Kaşık; "Seni tanınmış şarkıcı yapacağım!." numarasıyla yemiye kalkmış, fakat Sümbül onu uyutarak mecmuada poz poz resimlerinin çıkmasını becermiştir.
....... Harbi bir kız olan Sümbül, "hayat mektebi"nde okuduğundan, hususi tahsiIli olduğunu herkese söylemekten çekinmemiş o rtanın ikisinden tasdikname alıp kendini müzik piyasasının kollarına atmıştır..
....... Fakat piyasanın kurtları bu ufak tefek yumurta gibi kızı araklamaya kalkmışlar, Sümbül bu kurtların üstüne D.D.T. dökerek onlardan kurtulmasını bilmiştir... Kendi deyimiyle çok çakal bir kız olan Sümbül, klarnetçi Hüsnü Şenüfler'le bir zaman kırıştırmış, fakat şöhret olunca Hüsnü'yü klarnetiyle başbaşa bırakıp tüymüştür..
...... Arka arkaya bir çok erkeğin canını yakan Sümbül'ün adı fındıkçıya çıkmıştır. Fakat
Sümbül, bir basın toplantısı yaparak hiç fındık sevmediğini ağlayarak gazetecilere
anlatmıştır...
....... Bu arada sık sık kalbi dolup boşalan Sümbül, birçok erkekle neşesini bulmuş, ama kimi
sevdiğini bir türlü çıkaramamıştır...
...... Sahnede şöhretini sağlamlaştıran Sümbül, filim piyasasına atılmış ve "taş bebek" numarasıyla isim yaparak türlü filimlerde, romantik kız, cazip kadın rollerine çıkmış, fakat bunlardan da bıkmış, bu arada bir çok erkeğin yuvasını şakır şakır yıkmıştır...
....... Sümbül tozmaktan erkeklerin kalbine girememiş, girdiği kalptede en fazla üç ay kalarak
başka yere taşınmıştır..
...... Bir zaman sonra Sümbül, sosyetenin bile adını ettiği fanfatal bir kadın olmuş, sosyete
aşklarıyla ün yapmaya başlamıştır...
....... Yalnız Sümbül; erkleri, çantasındaki pudriyer gibi gördüğünden, hiç bir erkeğin
patentine girmemiş ve firmasını yürütmesini bilmiştir. Bu arada Bebek'te denize nazır bir de
kat alan Sümbül, gazino, film, gece hayatı, çılgın yaşama yüzünden; üç kere sürmenaj, beş
kere kamuflaj olmuş, bir kere kendini balkondan atarken hizmetçisi Ziynet tarafından
belinden yakalanarak yukarı çekiImiştir... Aradığı erkeği hâlâ bulamayan Sümbül, o erkeği
bulmak için İstanbul'un altını üstüne getirmiş, hatta gazetelerdeki kayıp ilânlarına bile
vermiştir...

....... Sümbül bir zaman sonra, belki aradığım erkeği bulurum düşüncesiyle turnelere çıkmış;
Adana, Ankara, İzmir'in altını üstüne getirdiği halde herifi bir türlü saklandığı yerden
çıkaramamıştır...

....... Sümbül, artık; tipini aramaktan vazgeçmiş olup, kendini sonsuz ve çılgın maceralara
vermiştir...

....... Şimdiki prensibi gönlünce yaşamaktır...
....... Bal gibi de yaşar...
....... Sümbül hususiyet bakımından öbür kadınlardan pek ayrılmaz. Fakat muhabbette
üstüne yoktur. Bozulduğu zaman eski mahalle Iisanını kullanmasını bilir... Erkek kızdır.

....... Dostluğa çok kıymet verir...
....... Para onun için şimendifer, kendisi istasyondur...
....... Söz verdi mi, ölse gelir... Palavradan hoşlanmaz... Hayat kızıdır... Kapak kızı değil....
................................ ..... BİTTİ

16 Ağustos 2007 Perşembe

*Burhan GÖRKEN'den bir öykü*


PRAYING HANDS
(DUA EDEN ELLER)

MSN çıktı, mertlik bozuldu.
Artık yüz yüze muhabbetlerin yerini MSN muhabbetleri aldı. Biz de; ister istemez; bu muhabbete uyduk.
Benden 15 yaş küçük olan yeğenim ile muhabbet ediyoruz.
Küçük dediysem küçük çocuk ile uğraşıyorum diye hemen bozulmayın. Bahsettiğim zat (farkındasınızdır, artık “çocuk” demiyorum) 32 yaşında...
Bizim yeğen MSN'de bana, çizdiği resimleri anlatıyor.
Hocam" diyerek söze başlıyor..( Amcasıyım ama hocam diye hitap ediyor.)
."Hocam sana çizdiğim resimlerden bir tane göndereyim bak!." diyor.
Birkaç saniye içinde resim -bilgisayarımın ekranında -karşımda bana bakıp duruyor. "UZAY YOLU" tabiri ile söylersek, resimler resmen “ışınlanmış oluyor”.
Tam karşımda bana bakıp duran aslında tek bir el resmi .
"Bir elin nesi var?" diyorum içimden.
Sonra MSN’den şu cümleyi yazıyorum bizim yeğene:
"Bunun yanına bir el daha çizseydin ya... Hiç olmazsa dua eden eller olurdu"
( Burada sanattan anlamadığım da belli oluyor...)
* * *
“ iki el yan yana dua ederdi hiç olmazsa..” biçimindeki önerime, yeğenden cevap ulaşıyor anında:.
"Hocam dua eden eller dedin de bak aklıma ne geldi. Ama biraz bekle geliyorum. Sana gerçek bir hikâye anlatacağım." diyor.
Anlatmıyor . Ne anlatması..? Sadece MSN üzerinden, aşağıdaki yazıyı bölüm bölüm gönderiyor. Üstelik benden de hiç bir tepki göremiyor. Çünkü ben, önüme "ışınlanan" yazıyı sessizce okumakla meşgulüm.
O da arada bir;
"Dinliyor musun Hocam? "diye soruyor..
"Yok yok merak etme, dinlemiyorum".
"Neden dinlemiyorsun yav HOCAM?" diyor, biraz kızgınca.. .
"Sen yazıyorsun ben de okuyorum. Sen yazılan bir yazının dinlenildiğini nerde gördün?" diye karşılık veriyorum.
“Anlaşıldı Hocam, yani dinliyosun.!”
-Eh, siz olsanız ne cevap verirsiniz bizim yeğene?.
“Tamam Hocam tamam, dinliyorum seni.”. karşılığını veriyorum mecburen..
***
Az önce bizimkisi;
."Hocam sana çizdiğim resimlerden bir tane göndereyim bak!." demişti ya...
Bu sözüne dayalı olarak, “Çizdiğim” dediği resimlerden biri ışınlanarak önüme düştü..
Şimdi bakın şu işe...
Albretch Dürer'in “Dua Eden Eller “ (praying hands) adlı tablosunun resmiydi bana gönderilen.
Bu kez karşımda parmak uçları birleşmiş içiçe bakan iki el resmini görüyorum.
Amcaya "Hocam” demesine bozulsam da; laf aramızda, ben de ona "Hocam" diyorum.
"Hocam, ben resimden anlamam ama bu ressam da resmi yanlış çizmiş. İki el çizmiş ama elleri yukarı doğru açık çizseydi daha iyi olurdu. Hiç olmazsa dua eden eller olurdu".
Bu kez MSN'de –karşımda- gülen, kahkaha atan suratlar... Hatta yan yatıp, ayaklarıyla yeri döverek gülen suratlar görüyorum...
Eee dedik ya, “MSN çıktı mertlik bozuldu.” Kendisi karşımda olsa belki bu kadar gülmezdi. Bıyıkaltı gülüp geçerdi. Şimdi MSN'den, yerlerde tepinerek gülen suratlar gönderip duruyor.
"Hocam adam Müslüman değil Hıristiyan Hıristiyan, dikkatini çekerim onlar bu resimdeki gibi dua eder. Resmin adı da zaten Dua Eden Eller".
Bakın şimdi çocuk haklı.!..
Benim her zaman yaptığım bir hata bu.
Hatamın cezasını hep çekiyorum, ama yine de aynı hatayı yapıyorum.
Yani herkesi kendim gibi biliyorum. Hatam bu...
Bu adamı da, yani Albrecth Dürer'i de bir an kendim gibi Müslüman zannettim. Yanılmışım; yeğen haklı, onlar böyle dua ederler.
* * *
Hadi Buyurun Dua eden ellerin "gerçek hikayesini" siz de okuyun.
Bu "Gerçek Hikaye"nin hemen arkasından; bu çocuk , bu zat-ı muhterem acaba neden bana "Hocam" diyor?. Onu izah edeceğim .
Çünkü bu konu, yani "Hocam" konusu çok kafamı kurcaladı.
Ama önce Dua eden ellerin (praying hands) "Gerçek hikayesi"ni dinleyelim.

Albrecht Dürer 1471-1528 yılları arasında yaşamış bir ressam. 18 çocuklu bir ailenin resimle ilgilenen 2 erkek çocuğundan biri. İki kardeşin de resme karşı olağanüstü ilgileri ve yetenekleri var. Her ikisi de sanat okuluna gidip büyük bir ressam olma hayali kuruyorlar. Aile ise bu durum karşısında çaresiz... Madencilik yaparak geçinmeye çalışıyorlar ve karınlarını zor doyurabilmekteler. Bu durum karşısında iki kardeş kendi aralarında kura çekmeye ve kazananın sanat okuluna gitmesine, geride kalanın daha çok çalışıp diğer kardeşi okutması yönünde bir karar alıyorlar. Albert ve Albrecht arasındaki bu kurada kazanıp da okula giden, dönüşte, diğer kardeşi okuması için okula gönderecek ve kendisi de madende çalışacaktır.

Kurayı kazanan Albrecht okula gider ve bütün öğretim görevlilerini kendine hayran bırakarak çok büyük başarılar elde eder. Okulu birincilikle bitirdiğinde yöredeki bütün okullarda ismi bilinmektedir. Eve büyük bir gururla döner. Ailesi Albrecht onuruna güzel bir yemek verir. Kendisini öven konuşmalardan sonra Albrecht söz alır ve kendisine bu başarıları yaşatan kardeşine teşekkür eder. Şimdi sıranın kardeşinde olduğunu ve okumaya göndereceği kardeşi için madende çalışmaktan büyük gurur duyacağını söyler. Kardeşinin yanıtı ise; "İmkansız sevgili kardeşim!" şeklindedir. "Seni okulda okutabilmek için çalıştığım senelerde bütün parmaklarım madende defalarca kırıldı ve değil kalem tutmak, senin şerefine şu şarap kadehini bile zor tutuyorum."

Kardeşinin durumuna hakikaten üzülen Albrecht ise kendisini dünyanın en ünlü ressamları arasına sokan o ellerin, kardeşinin ellerinin resmini çizer.
Burada, bu sayfada gördüğünüz, bütün dünyanın Praying Hands (Dua Eden Eller) olarak bildiği, fakat orijinal ismi Hands (Eller) olan resim Albrecht Dürer´in kardeşinin elleridir.Dua eden ellerin hikayesi bu.
Şimdi gelelim Benim kafamı kurcalayan "Hocam" konusuna :
Dikkat ettim gençler neredeyse her on yılda bir kendi aralarında birbirine bu tür tabirlerle hitap ediyorlar. İşte benim tespit ettiğim hitaplar.
1960'lı yılların sonlarından başlayalım isterseniz...
Bu yıllarda hitap, "ANAM"dı. Yalnız dikkat buyurun; bu hitap kızlara yönelik değidi. Erkekler kendi aralarında birbirine bu şekilde hitap ederdi.
"Nehaber Anam ?""İyi be anam, senden?"
Aradan yıllar geçti "ANAM"ın yerini "MORUK" aldı
"Vay moruk nehaber?"
"İyi be moruk senden nehaber?"
Derken, aradan yineyıllar geçti. Gençlik bilgeleşti, siyasallaştı. Moruğun yerini daha saygın bir hitap aldı: "HOCAM"
"Hocam selam, nasılsın?""İyi be Hocam, oportünistlerle uğraşıp duruyoruz işte!"
Ve derken, az gittik uz gittik, aradan yine yıllar geçti, 80 Darbesi oldu. Gençliğin siyasallığı son buldu. Bilgelik saygınlık kalmadı. Hortumcular, babalar türedi. Hitap da buna uygun olarak değişti: "BABA"
"BABA naber?""İyi be Baba... Senden?"
Aradan yıllar geçti –yılların da başka işi yok hep geçip geçip duruyor-... “BABA”nın yerini, BABALAR karşısında direnen "KANKA"lar aldı.
"Kanka nehaber?""İyi be Kanka. Senden?"
“KANKALI YILLAR”da, bu kez kızlar da sahneye çıktı. Hatta erkeklerden bir adım öne geçtiler.
Okul zamanı, okula yakın bir parkta dikkatimi çekti... Parkta oturan kızlar arkadaşlarına;
"Abi hadi gidelim, zil çalacak, geç kalcağız!.."
"Yok abi daha 10 dakka var."
"Abi sen iyi misin, kafayı mı yedin, zil çalmak üzere..."
* * *
Gelecek yıllarda hitap ne olur bilmiyorum.
........................ - BİTTİ -

MİZAH VE ŞİİR ' dönmek için "TIK"layınız...
http://mizahvesiir.blogspot.com

10 Ağustos 2007 Cuma

TELİF HAKLARI

****Anasayfamız ALOMİZAH( http://alomizah.blogspot.com ) kapsamında bulunan tüm Blog İnternet Sitelerimizde yer alan ürünlerin; *haber, tanıtım v.b. durumlar dışında / 2. şahıslarca –herhangi bir biçimde- yayımlanması _ kullanılması izne bağlıdır ve yasaların öngördüğü haklara sahiptir... Kaynak göstermek zorunludur. Eser üzerinde herhangi bir değişiklik yapılamaz.
*** İLETİŞİM Adresimiz--> mizahvesiir@gmail.com

5/12/1951 TARiH VE 5846 SAYILI
FİKİR VE SANAT ESERLERİ KANUNU :

A-TARİF
MADDE 1- Bu kanuna gore eser; sahibinin hususiyetini tasiyan ve asagidaki hükümler uyarinca ilim ve edebiyat, musiki, güzel sanatlar veya sinema eserleri sayilan her nevi fikir ve sanat mahsülüdür.
B-FİKİR VE SANAT ESERLERİNİN CESİTLERİ
a- ILIM VE EDEBİYAT ESERLERİ:
MADDE 2- Ilim ve edebiyat eserleri sunlardir:
1- (Degisik: 7-6-1995 -4110/1 md.) Herhangi bir sekilde dil ve yazi ile ifade olunan eserler ve her bicim altinda ifade edilen bilgisayar programlari ve bir sonraki asamada program sonucu dogurmasi kosuluyla bunlarin hazirlik tasarımları;
2- (Degisik : 1-11-1983 - 2936/1 md.) her nevi rakislar, yazili kareografi eserleri, Pandomima'lar ve buna benzer sözsüz sahne eserleri.
3- (Degisik : 7-6-1995 - 4110/1) Bedii vasfi bulunmayan her nevi teknik ve ilmi mahiyette fotograf eserleriyle, her nevi haritalar, planlar, projeler, krokiler, resimler, cografya ve topografyaya ait maket ve benzerleri, her cesit mimarlik ve sehircilik tasarim ve projeleri, mimari maketler, endüstri, cevre ve sahne tasarim ve projeleri.
Ara yüzüne temel olusturan düsünce ve ilkeleri de icine almak üzere, bir bilgisayar programinin her hangi bir ögesine temel olusturan düsünce ve ilkeler eser sayilmazlar.
b- MUSIKI ESERLERI :
Madde 3 - Musiki eserleri, her nevi sözlü ve sözsüz bestelerdir.
c - GUZEL SANAT ESERLERI :
Madde 4 - (Degisik : 7-6-1995 -4110/2)
Güzel sanat eserleri, estetik degere sahip olan;
1 - Yagli ve sulu boya tablolar; her türlü resimler, desenler, pasteller, gravürler, güzel yazilar ve tezhipler, kazima, oyma, kakma veya benzeri usullerle maden, tas, agac veya diger maddelerle cizilen veya veya tesbit edilen eserler kaligrafi, serigrafi,
2 - Heykeller, kabartmalar ve oymalar,
3 - Mimarlik eserleri,
4 - El isleri ve kücük sanat eserleri, minyatürler ve süsleme sanati ürünleri ile tekstil, moda tasarimlari,
5 - Fotografik eserler ve slaytlar,
6 - Grafik eserler,
7 - Karikatür eserleri,
8 - Her türlü tiplemelerdir.
Krokiler, resimler, maketler, tasarimlar ve benzeri eserlerin endüstriyel model ve resim olarak kullanilmasi, düsünce ve sanat eseri olmak sifatlarini etkilemez.
d - SINEMA ESERLERI :
Madde 5 - Sinema eserleri sunlardir :
1 - Sinema filmleri,
2 - Ogretici ve teknik mahiyette olan veya günlük olaylari tespit eden filmler,
3 - Her nevi ilmi, teknik veya bedii mahiyette projeksiyon diapozitifleri,
Yukarida zikredilen eserler film ve camdan baska bir madde üzerine tespit edilmis olsa da projeksiyonla gosterildigi takdirde sinema eserleri grubuna girer.
Sirf beste, nutuk, konferans vesaireyi nakle yarayan filmler sinema eseri sayilmaz.
C - ISLENMELER :
Madde 6 - Diger bir eserden İstifade suretiyle vücuda getirilip de bu esere nispetle müstakil olmayan ve asagida baslicalari yazili fikir ve sanat mahsülleri islenmedir.
1 - Tercümeler,
2 - Roman, hikaye, siir ve tiyatro piyesi gibi eserlerden birinin bu sayilan nevilerden bir baskasina cevrilmesi,
3 - Musiki, güzel sanatlar, ilim ve edebiyat eserlerinin film haline sokulmasi veya filme alinmaya ve radyo ve televizyon ile yayima müsait bir sekle sokulmasi,
4 - Musiki aranjman ve tertipleri,
5 - Güzel Sanaat eserlerinin bir sekilden diger sekillere sokulmasi,
6 - Bir eser sahibinin bütün veya ayni cinsten olan eserlerinin külliyet haline konulmasi,
7 - Belli bir maksada göre ve husisi bir plan dahilinde secme ve toplama eserler tertibi,
8 - Henüz yayimlanmamis olan bir eserin ilmi arastirma ve calisma neticesinde yayimlanmaya elverisli hale getirilmesi,
9 - Baskasina ait bir eserin izah ve sehri yahut kısaltılmasi,
10 - (Ek : 7-6-1995 - 4110 / 3 ) Belli Bilgisayar programinin uyarlanmasi, düzenlenmesi veya herhangi bir degisim yapilmasi,
11 - (Ek : 7-6-1995 - 4110 / 3 ) Belli bir maksada göre ve hususi plan dahilinde verilerin ve materyallerin secilip derlenmesi sonucu ortaya cıkanveri tabanlari ,
D - ALENILESMIS VE YAYIMLANMIS ESERLER :
Madde 7 - Hak sahibinin rizasiyla umuma arz edilen bir eser alenilesmis sayilir.


.......

6 Ağustos 2007 Pazartesi

Sevdakâr ÇELİK_ L@Fm@cUNLU h-@t@SÖZLERİ:







L @ F m @ c UNL U
h - @ t @ SÖZLERİ
-İki Lahmacun bir olunca samanlık seyran olur
-Keskin sirke Lahmacun’a zarar vermez. (Çünkü, Lahmacun sirkeyi döver.)
-Meyveli Lahmacun’u taşlarlar. -Ev alma, Lahmacun al! . (He valla!)
-Ağlamayan adama Lahmacun vermezler.
-Çok gülecek adamın, Lahmacun ayağına gelir.
-Dağ dağa kavuşmaz, insan Lahmacun'a kavuşur.
-Lahmacun için çiğ tavuk bile yenir. (He valla!)-

-Lahmacun’un attığı taş baş yarmaz.

-Alma Lahmacun’un ahını, çıkar aheste aheste.

-”Düşman ayağa, dost LAHMACUN’a bakar!” (He valla!)

-Kedi uzanamadığı Lahmacun’a pis der. -Komşu komşunun Lahmacun’una muhtaçtır. 

..-Lahmacun’a bakmak sevaptır. (He valla!)

Sevdakâr ÇELİK_

...........

***

***

5 Ağustos 2007 Pazar

Vahit AKÇA'nın kaleminden :Trakyada Panayır Zamanı-PAVLİ

“Memleketimi seviyorum:
Çınarlarında kolan vurdum, hapislerinde yattım.
Hiç bir şey gidermez iç sıkıntımı
Memleketimin şarkıları ve tütünü gibi...”

.............................. Nazım Hikmet

GÜNEŞ bu toprakları çok sever, yazın sonuna gelindiğinde bile kendini gösterir ve o uçsuz bucaksız ovayı ısıtmaya devam eder. Ustaca bir kıvraklıkla ilerleyerek Trakya'yı baştanbaşa dolaşan Ergene Nehri, Marmara Bölgesi'nin Karadeniz kıyılarındaki Yıldız Dağları'ndan doğar. Tüm kollarıyla birlikte, güneşin ısıttığı bu ovayı sevgiyle sarar. En sonunda Meriç Nehri ile birleşerek Ege Denizi'ne dökülür.. Güneş ve Ergene verimlilik demektir Trakya Ovası için.

ERGENE’nin sularını, güneşin sıcaklığını cömertçe sunduğu bu verimli ovaya, Türkiye’nin en küçük dört ilçesinden biri olan Pehlivanköy de ayrı bir sıcaklık katar ve hiç bir olumsuzluk bu sıcaklığı bozamaz...

İSTANBUL’dan çıkıp, Trakya’yı kuzey-batı yönünde tam ortadan ayıran E-5 karayolundan Edirne yönüne gidiyoruz. Bir zamanlar göz alabildiğine tarım yapılan bu toprakların yerini sanayileşme almış. Rengarenk boyanmış(!) bu fabrikaları ardımızda bırakıyoruz.. Kuruluşları 1940’ta yasallaşan köy enstitülerinden biri olan ‘Kepirtepe’, Lüleburgaz’a geldiğimizin ilk işareti oluyor.. Tabi, ‘Köy Enstitüsü denince Mehmet Başaran hocamızı ve onun‘Tonguç Baba’ şiirini anımsıyoruz bir an:

Komadı karanlığın ağaları
Halk uyansın çiçeğe dursun
Komadı aydınlıktan korkanlar
Terledin dayattın bizim için
Hey Cılavuzlar Kepirler Hasanoğlanlar


Lüleburgaz’da bir gece konaklıyoruz. Buradaki arkadaşlarımız bize yardımcı oluyorlar. Ertesi gün arkadaşlarımızdan birkaçı panayıra gitmek için bize katılıyorlar. Babaeski ilçesini geçtikten sonra, ayçiçeği (günebakan) tarlalarının arasındaki Pehlivanköy tabelasından sapıyoruz. 20km boyunca, Doğanca, Hıdırca ve Kuştepe köylerini ardımızda bıraktıktan sonra ilçedeyiz. Büyük bir bez-afiş karşılıyor bizi: “Pehlivanköy Panayırına Hoşgeldiniz”. İlçe merkezine çok uzak olmayan panayır alanı hemen seçiliyor. ‘Bir başka çadır kent’.

İNSANLAR, yaşamın acımasızlığına karşın, geçmişten kalan duygularını yaşatmak adına, yüzyıllık geleneklerini bir kez daha yerine getirmek için, sımsıcak Pehlivanköy ovasında toplanmışlar. Bu; yüzyıldır süregelen ‘Pavli Panayırı’dır.


BİR kaynağa göre(1), Bizans Dönemin’de bölgeye Pavlikarlar yerleşir ve Osmanlı Dönemi’nde de yaşamlarını devam ettirirler. Panayırın adı da; Pehlivanköy’e de yerleşmiş olan bu Pavlikarlar’dan geliyor. Panayır, yöre halkının Pomak asıllı olması sebebiyle, “Pomak Bayramı” olarak da anılıyor.

ADI Pehlivanköy Panayırı olarak geçse de, yöre halkı ‘Pavli Panayırı’ ismini benimsemiştir. Bazı kaynaklar 110 yıllık geçmişi olduğunu söyler Pavli Panayırı’nın. Panayır, büyük bir kararlılıkla ve hiç değişmeyen tarihiyle, hangi şartlar altında olursa olsun, her yıl Eylül ayının 18’inde başlar ve 5 gün sürer.
VE DUYULUYOR ÇOK UZAKTAN BİR TREN SESİ
...Ah Tren Kara Tren,
Odur Yari Götüren.
Gitti Yarim Gelmedi,
Budur Beni Bitiren.
Kumralım Güzelim Aman,
Yandım Vallah.
Seversen Mektup Yolla...


PANAYIR alanı, yöre halkının içten ve sıcak duygularıyla hayat buluyor. Ovanın ortasından, kasabanın kalbinden geçmekte olan tren onları ne korkutuyor, ne de rahatsız ediyor. Vakit akşam olduğunda, özellikle kadınlar ve çocuklar, günde yalnızca iki kez istasyona uğrayan “treni” ve ovadaki eğlenceleri izlemek için, rayların az ötesinde, hafifçe yüksek bir yerin kenarına ip gibi dizilip, günebakanlarını çıtlatıyorlar. Daha geri planda, panayır alanıyla sınır olan kahvehanelerde de durum farklı değil.


Yalnızca figüranlar değişik. Yörenin erkekleri, rayların ardındaki yolun kenarına sıralanmış ağaçlıklı kahvehanelerin gölgeli bahçelerinde, büyük bir zevkle çaylarını hüpürdetip, ‘muhabbetlerini’ koyulaştırıyorlar. Trenler, ilçenin askere gidecek gençleri için de ayrı bir önem taşıyor. İlçede, askere gidecek gençler, tren istasyonunda yapılan törenlerle uğurlanıyor. Yöre halkı bu uğurlamayı, “asker düğünü” olarak adlandırıyor.

BİR Çorlu, bir Lüleburgaz, bir Babaeski için E-5 karayolu ne anlam ifade ediyorsa, Pehlivanköy için demiryolu aynı şeyi ifade ediyor. İstasyon binalarının bildiğimiz o kendine özgü yapısı, Pehlivanköy’e ayrı bir hava katıyor. Tren istasyonundaki kiremit ve sarı renge boyanmış, iki katlı taş bina, 1889 yılında yapılışından bu yana zamana meydan okuyarak, özgün duruşunu korumuş. İstasyon binaları, Şark Demiryolları adındaki bir Fransız şirketi tarafından yapılmış ve Cumhuriyet Dönemi’nde Atatürk’ün ulusallaştırdığı demiryollarının, yani TCDD’nin malı olmuş(1).
------------------------- 1.BÖLÜMÜN SONU -
(1) Pehlivanköy İlçesi Köylere Hizmet Götürme Birliği Yayını, “Pehlivanköy” kitabı.


Fotoğraflar: vahit akça - ihsan eroğlu
PANAYIRIN KAPISI

BİR anlamda panayırın kapısıdır tren yolu. Aynı zamanda, ilçe merkeziyle panayırın kurulduğu ovanın da sınırı. Rayların ötesindeki dünyaya karışmak için sadece bir adım atmanız yeterli. Adımınızı atmanızla birlikte, pazaryeri ile başlayan panayırın renkli dünyasındasınız..

Bir an aklımıza düşen ‘pazarcı imajı’nın aksine, pazarcıların mallarını satmak için seslerini duyurmak gibi fazla çaba harcamadıklarına tanık oluyoruz. Panayırın neşeli havası; çoğunluğun birbirini tanıdığı bu insanların, buraya ne amaçla geldiği, kimin alışveriş yapıp, kimin yapmayacağınının bilindiği izlenimini verir. Satıcılar büyük bir sükunetle işlerini yaparlar. Burada gözümüze en çok çarpan helvacılar oluyor. Herhalde bu kadar çok helvacının bir arada olduğu bir yer çok nadir görülür. Abartısız, neredeyse iki pazarcıdan biri helvacıdır. Susamlı, koz, pembe gofretli helvalar... Bu renk ve tat cümbüşü, çocuklar için ne çok şey ifade ediyor olmalı! Helvacı, buraya gelirken, annesinden helva alacağına dair söz alan bir çocuğa, “hadee elva” diye bağırmanın bir gereği olmadığını bilir sanki... Neyse, bizim de canımız ve ilgimizi de çektiğindendir ki, “ya şundadır, ya bunda...” deyip, bu kadar çok helvacı arasından bir tanesine yöneliyoruz... Yaptığı nefis helva bulamacından bir parmak tattıran ustaya biraz da umutsuzca, bu güzel helvayı nasıl yaptığını soruyoruz. Büyük bir gururla; “ustalık işte, tarifini sadece ben bilirim” diyor...


YOLUMUZUN üstü, oyuncakçılar, elbise ve iç çamaşırcıları, çorapçılar, ayakkabıcılar, nayloncular, hediyelik eşya satıcıları, arada çayhaneler, tostçular, kuruyemişçiler, yer yer köftecilerle dolu... Ee, pişmesi biraz aceleye getirilse de, Trakya köftesinden tatmamak olmaz. Biz de öyle yapıyoruz. Pazar yeri tam bir cümbüş... Hırdavatçılar ve kasetçiler de ekleniyor bu cümbüşe. Kalabalığın arasından, çevremizi izleyerek ve zorlukla ilerliyoruz.. Davul zurna sesleri artıyor, oraya bir başka duyguyla yöneliyoruz şimdi...


Buraya gelmeden önce, bu panayırın her yönüyle renkli olduğu yönündeki kanaatimiz, coşkulu davul zurna sesleri içimizde yankılandıkça daha da güçleniyor. Panayırın asıl özüne doğru yaklaştığımızı düşünüyoruz. Sesler ve heyecanımız artıyor.. İşte yanlarındayız.. Kırkpınar’ı aratmayacak ölçüde davulcu ve onlara eşlik eden zurnacı olduğunu söylemek abartı olmaz... Tam burada, tarihin sesi duyuluyor: Davulların ritminden süzülen ahenk, sanki 110 sene öncesinden çıkıp gelen, Çerkez kabilelerinin ruhunu yansıtıyor ve panayıra damgasını vuruyor.. Heyecanımız ve bu renklilik karşısındaki hayranlığımızla birlikte merakımız da giderek artıyor.
. . .
Pehlivanköy’ün bilinen tarihi (1)
PANAYIRIN isminin Pavlikarlar’dan geldiğini ve halkının Pomak asıllı olduğunu, Bizans döneminde bölgeye yerleşip, Osmanlı döneminde yaşamlarını devam ettirdiklerini söylemiştik Pehlivanköy’ün bir başka kaynaktan öğrendiğimiz bilinen tarihi ise Osmanlıların Rumeli’ye geçişleri ile başlıyor. Osmanlı sülalesinin ileri gelen aileleri Ergene Nehri’nin suladığı verimli topraklara yerleşir. 1361 yılında kurulan ilk köy Çenge Köyü olur. Bu köy bugünkü Çengerli köyüdür. Diğer köylerin kurulması 1877 Osmanlı-Rus savaşından sonraya rastlar. 1877-1878 Osmanlı-Rus savaşında, Gazi Osman Paşa komutasında yapılan Plevne savunmasına rağmen, Çatalca önlerine kadar ilerleyen Rusların önünden kaçarak bölgeyi terk eden halkın yerine, savaş sonrası imzalanan Ayastefanos antlaşması ile Bulgaristan’ın İzver ve Lofça bölgesinden göç eden Türkler gelip yerleşirler. Göçler nedeniyle bölgeden ayrılan Çerkez kabileleri, bu bölgeyi “Pavli” ya da “Pavlu” olarak adlandırmışlar.

BİR başka kaynakta Pehlivanköy’ün hikayesi şöyle anlatılır: Osmanlı padişahı Abdülaziz güreşe meraklı olduğundan ve kendisi de pehlivan olduğundan, zamanın ünlü pehlivanlarını cariyeleriyle evlendirir. Padişah bu pehlivanlara toprak vererek, onları Büyükmandıra ve Pehlivanköy civarındaki verimli topraklara yerleştirir. Tarihçilerin belirttiğine göre, bölgede isim yapmış pehlivanların yetişmiş olması bölgenin cumhuriyetten sonra Pehlivanköy olarak anılmasına neden olmuş. Kuruluş tarihi kesin olarak bilinmemekle birlikte yörede önceleri Rumların ve Çerkezlerin yaşadığı bilinmektedir. Pehlivanköy I. Dünya Savaşı sonrası Yunan işgaline uğramış ve önemli direnişlerin merkezi olmuştur.

Pehlivanköy ile karşı yaka köyleri arasındaki ulaşım, Ergene nehri üzerinde kurulu, Osmanlı İmparatorluğu zamanında yapılan tarihi Akarca Köprüsü ile sağlanır. Rivayet o ki; köprü Pavlu adlı bir usta tarafından yapılır. Yapım sırasında tüm çabalara rağmen orta kemeri tutturmak bir türlü mümkün olmaz. Pavlu usta, bir yiğidin kurban edilerek duvarın içine gömülmesi ile kemerin ayakta kalabileceğini söyler. Çare olarak, kendilerine her gün yemek taşıyan kadınlar arasında kura çekilir, her kim ki kurada çıkarsa kurban edilecektir. Ertesi gün yemek getirecek kadına kura isabet eder, kadın yeni doğum yapmıştır ve çocuğunu emzirmektedir. Kadın kemere sıkıştırılarak kurban edilir ve böylece kemer tamamlanır. Sonrasında, her cuma gecesi köprü ayağında ağlayan kadın sesi duyulduğu ve iki taş arasından süt aktığı söylenir. Pehlivanköy adının bu rivayete dayandırıldığı da ifade edilir.

. ..
Akarca köprüsüyle ilgili rivayet, bir Pomak kadını tarafından söyle de anlatılır: “Köprünün orta kemerini tutturmayı başaramayan Pavlu usta, işçileri akşam paydosunda toplayarak; kemeri tutturmak için, sabah ilk yemek getiren işçinin karısının kurban edileceğini ama işçilerden durumu karılarına anlatmamalarını ister.. Bütün işçiler durumu karılarına anlatmış, bir tek Pavlu usta sözüne sadık kalmıştır. Ertesi sabah işçilere ilk yemek getiren kadın, Pavlu ustanın karısıdır...”
(1) Pehlivanköy İlçesi Köylere Hizmet Götürme Birliği Yayını, “Pehlivanköy” kitabı. /*2. bölüm sonu

PAVLİ-bölüm-3

bölüm 3 / VE ERGENE
Fotoğraflar:
vahit akça - ihsan eroğlu

VE ERGENE
Dere Geliyor Dere...

‘Altın kazması iner binlerce yıl önceye
Dizer sevinçlerini bilgin:
Yağdanlıklar, iğneler, çömlekte kavruk buğday,
Ama ne el kalmış, ne ayak,
Ne can izi, ne türkü, ne dernek...’
-............ Ceyhun Atıf Kansu


Panayıdaki davullar her ne kadar Pavli ruhunu yansıtsa da, bu geniş ovada ve Ergene havzasında geçmişteki başka kabilelerin izlerini de yansıtan bir tarih yatıyor...İstanbul’dan Pehlivanköy’e yolculuğumuz sırasında, günebakanların, kavak ağaçlarının, derelerin, sanayileşmeden arda kalan ekili arazilerin yanısıra toprak yığınlarından oluşturulmuş tek tük minik tepeciklere(1) rastlamıştık.. Her ne kadar, bu tepecikler için, Trakya’da höyük’ denilen yerleşim birikimlerinin de adı geçse, arkeolojik veriler, bu tepeciklerin,“Tümülüs adı verilen toprak yapılar, mezarlar”(2) olduğunu söylüyor.

Nazım Hikmet bir köprüden bahseder bir şiirinde: “...Bir köprü geçtim, yarısında fenerler pırıl pırıl, yarısı kapkaranlıktı...” Anlatılan, sanki rivayetteki Akarca köprüsüdür.. Aynı, Nazım’ın dizelerindeki gibi bir yanı pırıl pırıl bir şenlik, bir yanı artık kan ağlayan Ergene’dir.

İŞTE, Akarca köprüsünün bir yanı coşkulu bir şenliği yansıtsa da, bir zamanlar ‘büyük bir hayranlık uyandıran’ Ergene ise, yanıbaşındaki bu şenliğin sesini duyamıyor artık... Kendinden bir şeyler yitirmiş insan misali; azalan ve kirlenen suları ile, orada öylece sessiz, kendisi için -sanki- boşa feda edilmiş bir yüreğe yanar gibi duruyor...
Basında Ergene
-Trakya`nın en önemli nehri olan Ergene Nehri ve Havzası, aşırı sanayileşme ve bunun yarattığı kirlilik nedeniyle can çekişiyor... Eskinin verimli toprakları da geçmişte kalmış..

-Ergene Havzası’nda daha fazla kar icin 1500 civarında fabrika yapılmış... Bunların coğu Tekstil sektörüne ait.. Verimli topraklar üzerindeki bu başdöndürücü yapilaşma hızlı gelişme ekonomik olarak -bazı- yüzleri güldürmüş belki ama bu gelişmenin bir de kirli yüzü var. Ek masraf gerektirdiği gerekçesiyle arıtma tesisi kurmayan bu fabrikaların rengarenk boyanan görüntüsüne karşın, atiklarının etkisiyle bölgenin candamarı Ergene artik simsiyah akıyor.. Artık Ergene değil, büyük bir kanalizasyon görüyorsunuz... Kimyasalların yeraltı sularına karışması nedeniyle su kaynaklarının tehdit altında oluşu da cabası... Yapılan bir araştırmaya göre, bu fabrikaların her gün yeraltından çektikleri suyun 5 milyon metreküp olduğu ve geri dönüşüm olmaksızın tüketildiği kaydediliyor.

-(TEMA ) Lüleburgaz Temsilciliği, Trakya`da Çorlu -Çerkezköy -Muratlı -Lüleburgaz bölgesini `şeytan dörtgeni` diye tanımlanıyor...

-Trakya Üniversitesi tarafından hazırlanan raporda ise, `Ergene Nehri`nde artık doğal hayatın bittiği söylenebilir` ifadesi yer alıyor...

-Trakya Üniversitesi ile Çevre Bakanlığı arasında 11 Kasım 1999’da imzalanan “Ergene Havzası Çevre Düzeni Planı” projesinin ardından, toplanan veriler neticesinde Ergene Havzasının bağımsız olmadığı, Ergene’yi etkileyen ve Ergene’den etkilenen diğer bölge ve havzaların da projeye dahil edilmesi gerektiği saptanmış ve proje “Trakya Alt Bölge Planı” haline dönüştürülerek çevresel kalkınmada bir adım daha atılmıştır..” (3)

“Ergene Havzası Çevre Düzeni Planı”nı anlatan projeden umutlu bir hava yükselse de, sorunların ne derece çözüldüğünü anlamak için Ergene Havzası’nı içine alan bölgeyi dolaşmak yeter! Can çekişen Ergene’ye ve yok olan tarıma karşın sanayicinin gözünün yine bu topraklarda olduğunu bilmekse insanın içini acıtıyor... Acı sonuçlara ilişkin bir başka bilgi de; “..Amerika ve Avrupa`daki kot üreticilerinin, oradaki çevrecilerin baskısı nedeniyle fabrikalarını kapatıp üretim üssü olarak Türkiye gibi ülkeleri tercih etmesi..” yönünde...

EVET, bir zamanlar Trakya’nın candamarı olan Ergene, yine de panayırın da en can alıcı noktalarından birini oluşturuyor... Gelişen ve tadına doyamadığımız çadır muhabbetleri bizi, Çerkezköy’den Uzunköprü’ye, Saray’dan Havza’ye kadar, Trakya köylüsü ve çiftçisinin gözbebeği olan Ergene’nin ve Ergene muhabetlerinin tam da ortasına bırakıveriyor şimdi...
GEÇMİŞTE su demek, 10.000 dekarlık Ergene Havzası için hayat demekti... Onlarca, yüzlerce ton buğday, şekerpancarı, çeltik, ayçiçeği demekti... Kısaca verimli bir Trakya demekti... ‘Günebakan’lar, en soylu kalabalıklarıydılar Ergene’nin. Sonrası daha zordu Ergene için.. Kirlenen birçok şey gibi, Ergene de nasibini aldı bu kirlilikten. Artık avuçiçi kadar kalan günebakanların nasıl birer birer başlarını eğdiklerini gördük de, cesaret edip birilerine, ‘Ergene’de yayın, sazan, miryana, kefal artık kalmış mıdır? Ya keklikler, turnalar, yaban ördekleri?diye soramadık...

GÜNEŞ doğuyor ve sabaha, pis bir Ergene kokusuyla uyanıyor Pavli... Eylül sabahlarının serinliğine inat, rüzgar alıp başını gidiyor. Rivayetteki o meşhur pehlivanların aksine, pes etmiş bir görüntü veren Ergene, güneşin ilk ışıklarıyla, kendini olduğundan farklı göstermeye çalışıyor... Ama belli ki; hala ve hayli yorgun... O’nun bu hali, dalıp giden gözlerimizin önüne; Söğüt dallarının sularını yaladığı dere kıyısında sabahlara kadar yakılan ateşlerden, Güzel Marmara (köpek öldüren) eşlikli muhabbetlere, “hey gidi Miryana Sazan, delikanlı Hasan” dedirten delikanlı ve bıçkın arkadaşlıklardan, güzel buluşmalara ve “Arzu ile Kanber”i kıskandıracak nice aşklara kadar yaşanan tanıklıkları getiriyor. Aynı, geçmişteki gibi taşkın ve coşkulu...
Kültür, bölgelere göre özellikler gösterdiğinden o kültürün kapsadığı her şey zamanla yayılıyor.. Halkın diline dolanıyor, yaşamında, eğlence ve oyunlarında boy gösteriyor.. Karşılama, Arzu ile Kamber, Dere boyu, Hanım Ayşe, Eski kasap gibi..

Giderim yolce yolce
Yolun çiçeği morce
O senin bakışların Hanım Ayşem
Sokuyor beni borce.


Tabi sadece güzel tanıklıkları değil aynı zamanda, geçmişteki duyarsızlığımızı da getiriyor gözlerimizin önüne.. Toplumsal duyarlığımızın yanına koymayı unuttuğumuz, “çevreye ve doğaya olan duyarsızlığımızı”...

Trakya’nın içki tüketimiyle, ‘doğaya olan duyarsızlığımız’ arasındaki bağıntıyı, geçmişte Ergene’ye fütursuzca fırlattığımız (haliyle) içi boşaltılmış Güzel Marmara şişelerinden, anlamak da olası.! “...Ama hepimiz biliyoruz ki, biz Ergene için hiçbir şey yapmadık. Çocuktuk Ergene henüz kirlenmeye başladığında. Hiçbir şeyin farkında değildik.” diyor bir kardeşim... Ergene kenarına kurulu bir köy olan Karamusul’un web sitesinden (4) böyle haykırıyor: “Biz Ergene için hiçbir şey yapmadık...” Ne kadar da haklı.. Sanayi sonradan geldi ama, öncesinden hepimiz sorumluyuz..!

Küresel iklim değişikliği ile “felaketin eşiğine gelinen belki şu son yıllarda” (5), Trakya’nın nüfusu küçük ama duyarlılığı azımsanmayacak derece önemli olan Karamusul köyünde çevre bilincinin bu denli yayıldığını görmek, saydığımız olumsuzluklara rağmen umut veriyor..

HANİ hep, “zaman su gibi akıp gidiyor” deriz ya, işte o misal; kirlilik ve acımasızlık, bir zamanlar, kendimizi güvenle sularına bıraktığımız Ergene’yi kırıp geçirdi belki ama beri yakada, çadırları çevreleyen, “yorganları tütün kokan” yüzlerce ‘römork ev’den yükselen çocuk ağlamaları, zamanın içinden hızla geçiyor hâlâ...


3. BÖLÜM KAYNAKLAR:
(1) http://m.domaindlx.com/traklar/index.htm
(2)Tümülüs:Latince bir sözcük olup (çoğulu tümüli), bir mezar ya da mezarlık içeren, toprak yığılarak oluşturulmuş tepeciklere verilen addır. Höyük ve kurgan (Orta-Asya'da) da denilen tümülüs yapma geleneğine sahip ulusların sayısı fazla değildir. Bunlara en çok Anadolu’da, Trakya’da, Orta Asya’da, Rusya’da ve Meksika’da rastlanır.
Traklar'ın mezarları bu şekildedir. Trakya'nın en görsel anıtları tümülüslerdir. Trakya'nın tek düze doğal yapısını süsleyen ve ona bir hareketlilik getiren tümülüslerin tam bir envanteri çıkartılmamıştır. Genel olarak mezarın üzerine yapılan her türlü yükselti tümülüs olarak adlandırılsa da, yapıldıkları döneme, tepenin ve mezar odasının biçimine, niteliğine, ölünün gömülüş şekline göre mezar tepelerinin değişen geniş bir çeşitlenmesi vardır. ( http://tr.wikipedia.org/wiki/T%C3%BCm%C3%BCl%C3%BCs)
(3) Ergene ilgili (2004-2007 yılları arası) yayınlanmış çeşitli gazete küpürleri.
(4) http://karamusul.com/index.php?option=com_content&task=view&id=19&Itemid=1
(5) http://www.acikradyo.com.tr/default.aspx?_mv=case&cas=924 //* 3. bölüm sonu

PAVLİ_4-
........................ ....Fotoğraflar: vahit akça - ihsan eroğlu

........... ZURNADA PEŞREV OLMAZ
Zurnadan kazandı
Zurnadan yiyor
Zurna gibi
Peşrevsiz yaşayıp
Peşrevsiz ölecek
Zurnam
Zurnam
Ben buralarda dururum
Gitmem
................ -Orhan Murat Arıburnu
Çevirme kokuları bizi çağırıyor... Önünden geçtiğimiz, “Hakkı Çakar’ın Yeri - Hamitli Köyü, Uzunköprü” yazılı bir çevirmeci çadırının içerisinden bir gelenek dışarı taşıyor... Bu ses, gürültüden uğuldayan kulaklarımızın pasını açıyor... Trakya’nın, bir taraftan biri dem vuran, diğeri melodiyi çalan çift davullu, çift zurnalı eğlence geleneği, romanların ince saz takımlarıyla birlikte bu ilkel ama çok renkli çadır lokantalarda insanları eğlendiriyor.


‘...Bir bira içmek istiyordu kaç gündür
Masaya biranın dökülüşünü koydu
Bir bira içmek istiyordu kaç gündür
Uykusunu koydu uyanıklığını koydu
Tokluğunu açlığını koydu
Masa da masaymış ha
Bana mısın demedi bu kadar yüke
Bir iki sallandı durdu
Adam ha babam koyuyordu.’

........................- Edip Cansever

Böylesi bir eğlence içerisinde sakin sakin oturabilmek mümkün değildir. Bir taraftan oynanıyor, diğer taraftan nar gibi kızarmış kuzular yeniyor, biralar, rakılar içiliyor. Çadırdaki muşamba örtülmüş küçük masaların üzeri bira şişeleriyle dolu. Garson çocuk hesabı karıştırmamak için midir ne, hiç dokunmamış şişelere... Toptan görecek hesabı! Masadaki göbekli mi göbekli adam, bir elini başının üstüne koymuş, diğer elinin iki parmağı arasına sıkıştırdığı bira şişesinden yudumlayarak oynuyor. Aldığı tat, kulağına üflenen zurnanın verdiği keyfe karışıyor.. Adam sanki oynamıyor adeta uçuyor. Birasını bir çırpıda dikip, cebindeki para destesinin arasından sendeleyerek sıyırdığı bir binliği, davulun üzerinde şöyle bir döndürdükten sonra, zurnanın ağzına tıkıveriyor.
Zurnacı ise, havayı ve istifi hiç bozmuyor. Eyvallah dercesine, tekgözünü kırparak, başını eğiyor... Davul-zurnalar, 'zil zurnalara' eşlik ediyor durmadan...

HENÜZ öğlen saatleri olmasına karşın içkiler su gibi gidiyor. Diğer masalarda da kafalar fena halde kıyak... İçmeyene rastlamak mümkün değil. Koca koca kuzuların tüketilmesi yarım saati geçmiyor.. Çadırların arkasında çevrilen kuzular, hiç durmaksızın ön tarafta kurulu tezgahlara yetiştiriliyor. Burada, siparişler alınıyor, çevirmeler kesiliyor, tartılıyor, masalara servis ediliyor. Ter içinde kalarak yaşanan bir koşuşturmacadır bu... Bu telaş içinde, gömleklerinin yakalarındaki koca mendillerle garsonlar baş rolü oynuyorlar.
BUGÜN artık Trakya’da, Pehlivanköy’den başka bir yerde büyük panayırlara rastlanmıyor. Eskiden ekonominin kapalı bir yapı olması, ürün pazarlamasında panayırlara önemli işlevler yüklüyordu. Ekonominin çarpık gelişme sürecinde ise panayırlar hızla bu işlevlerini yitirdiler. Artık yapılmayan, ama eskiden neşeli ekonomisiyle bölgeyi hareketlendiren Kırklareli, Vize, Pınarhisar, Babaeski, Lüleburgaz ve Çatalca panayırları bunlardan sadece bir kaçı. Pehlivanköy Panayırı ise, eski yıllardaki görkemi olmamakla birlikte, gelenekleri korumak adına hala devam ediyor ve işlevini yerine getiriyor. //*4. bölüm sonu

PAVLİ-5*

Fotoğraflar:
vahit akça
ihsan eroğlu
yusuf darıyerli
ÇOCUKLARIN GÖZÜNDEKİ PIRILTI: LUNAPARK
LUNAPARK, denince akla ilk çocuklar geliyor.. Onların sevinç çığlıkları, renk renk balonların gökyüzüne uçuşu gibi...
Lunapark, sadece çocukların değil, annelerin, babaların, yaşını başını almış teyzelerin, kasketli ‘küylü aga’ların da vazgeçemediği bir yer..
Çekilen sıkıntıların, geçmişteki hesapların, yapılmış kavgaların ve dargınlıkların unutulduğu yer. Özellikle de bu insanlarla geceleri daha bir renkli oluyor panayır...PAVLİ’nin büyük ve en renkli bölümlerinden birini olusturuyor Lunapark..Oyun çadırlarının bulunduğu alan aynı zamanda. Burada yok yok..! Salıncaklardan atlıkarıncalara, dönmedolaptan uçan sandalyelere, halkacılardan langırtçılara, tüfek attırıcılardan bir çeşit minik kumar masalarına, bisikletçilerden çarpışan otolara varıncaya kadar her şey...

Büyük şehirlerdeki eğlenceleri aratmayacak bir eğlence merkezine dönüşmüş olmasına rağmen, dönemin Belediye Başkanı Mustafa Gür: “Eskiden eğlenceler daha çok olurdu” diyor.. İstanbul’dan bile, İsmail Dümbüllü’ye varıncaya kadar tiyatrolar gelirmiş buraya.. Bunun yanında, ip cambazları, sihirbazlar, motorsiklet gösterileri, ‘Afrika’nın balta girmemiş ormanlarından büyük zahmetlerle getirtilen Piton yılanları...!’ Ne ararsan var... Geçmiş panayırların hiç birini kaçırmamış olan bir köylü; “deniz kızı pek inandırıcı olmasa da çadırı hep doldururduk..!”diyor. Hayatın ‘ekonomik ağırlığından’ olsa gerek, bugünkü panayırlarda, eskisi kadar renkli görüntülere rastlanmasa da, eğlencelerine karşı koymak imkansız...

Panayırın girişindeki pazar yeri ne kadar sakin duruyorsa, Lunapark o kadar gürültülü.. Hemen hemen her eğlence yerinden yayılan müzik gürültüsüne daha ötelerden gelen davul zurna sesleri karışıyor ve sesler bir kakafoniye dönüşüyor... Bunca gürültü arasında, bir Makedonya halk türküsü olan “ujiçka”, kulakları tırmalarcasına bütün gürültüyü bastırıyor. Her şeye rağmen, biraz uzaktan duyulsa da kulağa sürekli hoş gelen bir şey var:
Davulun sesi... Bu çağrıyı yine boş bırakmıyor ve tekrar o tarafa yöneliyoruz.

5. bölüm devam edecek...

LUNAPARK / “ karadutum, çatalkaram, çingenem..”
Fotoğraflar:
vahit akça
ihsan eroğlu
yusuf darıyerli
http://www.yusufdariyerli.com/
“...KARADUTUM, ÇATALKARAM, ÇİNGENEM..”
TRAKYA kentlerinin kenar mahallelerini gezdiğinizde tanık olacağınız en önemli şeylerden birisi, bu coğrafya insanlarının tutkulu yaşam biçimleridir. Bir evin bahçesinde, bir yol kenarında, bir tarabanın ardında ya da boş bir arsada her zaman bu tutkuyla bir ateş yakılır. İnsanlar o ateşin etrafında yaparlar en güzel muhabbetlerini... Gülüp eğlenir, şarkı söyleyip dans ederler. Yanan ateşin üzerinden atlamak bir gelenektir...

‘Kömürler içten yanar,
birden parlayacaklar...’

Sevinç ve neşe sabahlara kadar yanan bir ateşin üzerinden ne kadar dışa yansıyorsa, hüzün ve gözyaşı, için için yanan yüreklerde o kadar saklı durur sanki...

Herman Hesse’in; ‘Trajedi ve mizah birbirine karşıt şeyler değildir, daha doğrusu karşıtlıkları birinin ötekisini amansızlıkla davetinden kaynaklanır.’ demesi gibi, bu kenar mahalle insanları ayrımcılık, dışlanmışlık, haksızlık ve yoksulluk kavramlarıyla özdeşleş-tiril-miş olsalar da, içlerindeki bitip tükenmeyen enerjiyi, yaşam sevinçlerini, neşe ve hatta mizahı her zaman ve şart altında büyük bir coşkuyla dışa vururlar. Bu, umuttur...
İŞTE kenar mahallelilerin, ‘sanki yaşanılan yer dünya değilmiş gibi yaşayıp, sanki sahip olunmamış gibi bir şeye sahip olurcasına...’ geldikleri neşenin festivalindeyiz... Sanki Trakya’nın bütün ‘kenar mahalleler’i akın etmişler buraya.. Arabacılar, süpürgeciler, davulcular zurnacılar... Erkeklerin omuzunda kız, kızan, kadınların kollarında bohçalar... ‘Hıdrellez’de, ‘Kakava Şenlikleri’nde, dere boylarında, bir ateşin etrafinda neşeleri nasılsa, burada da eksilmiyor.. Hem buna, bir kaç kuruş kazanmak da eklenince deymeyin gitsin keyiflerine...

Çünkü bu panayır, onlar için büyük bir ekmek kapısıdır. Çünkü; “İhtiyaçlar listesinde ekmek her zaman her şeyden önce gelse de”.. Açlık; farklılığa, insanlığa, sevgiye ve özgürlüğe de duyulur.

Bütün oyun çadırlarının önünde Romanları görmek olası... Hele, roman kızlarının ne ağızları ne de bedenleri durmak bilmez.. Ağızlarında patlayan cikletleriyle, hani ‘kapı kıcırdısına oynarım’ misali, her şarkıda oynarlar..

Müzikler değişiklik gösterse de oyun tarzları değişmez.. Onların kıvrak dansları yeni gelenler için sanki iyi hazırlanmış bir tuzak gibidir.. Bir kere kıvrak eller, müşterinin omuzlarına dolandı mı, bilin ki oyun çadırlarında para harcanacak... Pavli’ye yolunuz düşer de bu çadırlara uğrarsanız, bedenlerin kıvrak olduğu kadar, bu konuda ellerin de usta olduğunu görürsünüz... Bazen çadırların önünden geçerken kasket veya şapkanızı ustaca bir refleksle kaparlar..

Panayırın devamlı müdavimi olanlar deneyimlidir bu konuda... Bu tür geleneksel çalımları yememek için, çadır önlerini açıktan geçer, gördükleriyle uzaktan yetinmeyi bilirler. Biraz daha cesaretli olanlar yaklaşmayı göze alır fakat bu kıvraklığa ve atikliğe karşı tedbiri de elden bırakmazlar.. Bazen de tatlı dille çekerler çadırlara... Mecburen gidersiniz peşlerinden... Bir kaç tüfek ya da halka atmadan kavuşamazsınız kasketinize... Roman kızlar, giysilerinin ve makyajlarının sunduğu avantajı da büyük bir ustalıkla kullanırlar. Onların muhabbetlerine de katılmamak olanaksızdır..

YAVAŞ yavaş karanlık bastırıyor ve her şey gündüz saatlerinden farklı bir görünüme bürünüyor. Alandaki ve büyük çadırların önündeki sayısız lamba teker teker yanıyor, sonra çevirme mangallarının dumanları arasından sızan, belli belirsiz ışık hüzmelerine
dönüşüyorlar.
‘İlkin bir sarışın açtı pencereyi
Sonra bir hallicesi bir dillicesi
Daha sonra güldü kaçtı
Kadınların en incesi
Derken sıra esmere geldi
Bir etlicesi bir sütlücesi’

-Salah Birsel

GECE bastırıyor ama roman kızları için gün yeni başlıyor... Daha çok roman kızların bulunduğu oyun çadırları, lunaparkın o ışıltılı havasından geri kalmıyor. Artık onlar için daha önemsedikleri günün ikinci yarısı başlıyor. Bir başka havayla hazırlanıyorlar çadırlarının makyaj odalarında. Çadırların bez kapıları teker teker aralanıyor ve roman kızları bir bir çıkıyorlar sahneye..! Ve oyun alanlarına dağılıyorlar; langırtçılar, halkacılar, fincancılar, zarcılar...

Kınalı eller müşterisine tüfek attırmak için çabalıyor:
"-At bi da be güzêl çocuk... Yab bi güzêllik..."

‘...Ağzında kan kırmızı bir can eriği
Mehtapla beraber düşmüş gibi arza;
Kızlar ki güzel
Dört Başı mamur ve murassa...’
-Niyazi Akıncıoğlu

ALANIN ışıkları o kadar yoğun ki, alabildiğine aydınlık bir gecedeyiz demek yanlış olmaz... Çoğu kişide kafalar kıyak... Mangal kokuları ve dumanları hiç eksik olmuyor.. Bazı Roman kızlarında, makyajlar abartılı, giysiler ‘versace’, danslar kıvrak, şarkılar arabesk. Onların bu hali, büyük şehirlerde, ‘anlı-şanlı sahnelere çıkan ablaları gibi olmak’ düşünü yansıtıyor. Belki oralara yıldız olamayacaklar, belki isimleri ışıklı neonların en üstlerine yazılmayacak ama onlar hiç kuşkusuz “Pavli'ninYıldızları’dır...

BÖYLESİNE hareketli ve tükenmek bilmez bilmez Roman kızlarının aksine, yaşlı kadınlar, kızlar kadar enerjik değiller... Biraz yorgun ve biraz sessiz ama herkes gibi çalışkanlar.. Yorgun bakışlar, gençliklerinde zor günler geçirmiş olduklarını anlatır... ‘Hüzün çocuklar için arada bir, yaşlılar için sürekli’dir sanki...

ROMAN erkekleri ise, pek göz önünde değiller, onlar daha çok zulada, sürekli etrafı ve roman kızları kontrol ediyorlar. Daha çok, çalıştıran durumundalar...

Roman kızları fotoğraflamaya çalıştığımız bir sırada, elinde bira şişesiyle yanımıza bir kaç genç dikiliyor.. Hiç bir tepki vermiyorlar.. Biz hareketlendikçe ardımız sıra geldiler.. Kısa bir, ne olduğunu anlama vaziyetinden sonra içlerinden biri: “Gazteci misiniz aga?” diye soruyor.. “Yok, sadece fotoğraf çekiyoruz”... “İstanbul’dan mı geldiniz? diyor arkasından. “Evet ama ben Burgaz’lıyım” diyorum.. “Burgaz”lı ya da Trakyalı olmanın, onlar için bir anlam taşıdığını belli eden davranışlarla gevşiyorlar ve biri elindeki bira şişesini uzatıyor...

Şişeden bir fırt alındı, sanki kırk yıllık dost olundu... Çayhane olarak kullanılan çadırlardan birinin önüne tabureler çekildi.. Çadıra doluşuldu... Biralar gitti, çaylar geldi.. Muhabbet başladı:

-“Bak aga, büyük şehirlerden geliyorlar, resim çekiyorlar, sonra da bazıları bizi kötü anlatıyorlar oralarda” diye dert yandı bizi getiren.. “Onun için sıkıldık biz biraz, yanlış anlama!” Sonra muhabbet koyulaştı, laf lafı açtı:

“SAVAŞ Ay’da gelmişti buralara... iyi tanırız biz onu...” diye başladı Muharrem. Oyunculuk yetenekleriyle devam etti. ‘Meşhur artizlere’ benzetilmenin verdiği havayla: “bizim kızanlar da,“artiz” diye de çağırır beni. İstanbul’u avcumun içi gibi bilirim.” diye konuşuyor. Yanındaki; sanki biraz İstanbullu olmuş ağzıyla, panayırın nasıl kurulduğunu, yer kirasından, baktıkları çadırlara kadar anlatıyor bize. Bir “arlemli”yi anımsatıyor. İstanbul’da, buradakilerden daha iyi bir yaşamı olduğu anlaşılıyor.. Özenli giysileri, altın künyeleri ve pahalı olduğunu düşündüğüm saati, kazıttığı saçları ve kapkara gözlüklerinin ona kattığı gizemli ve sert imaj, onu buraların pahalı, en ulaşılmaz ve sanki en korkulası adamlarından biri gibi gösteriyor. Oysa, muhabbetin getirdiği içtenlikli havanın ardından, o sert görünümlü adamın içinden yumuşacık bir yürek çıkıveriyor..

-“Adi be olumm, nerede kaldı bu çaylar?”

İnce bacakları, uzun süre giydiği her halinden belli olan eskimiş pantalonu ve lastik pabuçlarının içinde çelimsiz görünse de, koşarak getiriyor çayları çocuk. Ustaca ellerimize tutuşturuyor.. Yüzü de gözlerinin içi de sürekli gülüyor... Panayır roman çocukları için de çok şey ifade ediyor kuşkusuz... Ama onların, panayıra eğlence için gelen bir çok çocuktan farkları var! Onlar, çalışan ablaları ve annelerinin en büyük yardımcıları...

İkram edilen sigaralar ve içilen çayların tadında muhabbet sürüyor. “Çatalca’ya da gidiyor musunuz?” Gülerek: “yok aga, oralara pek uzanmayız, herkesin bölgesi kendine. Buraları yeter bize...Hem zaten artık Çatalca’da bitti..!” diyor Muharrem...

Lafı daha fazla uzatmadan, fotoğraf çekmemiz gerektiğini söyleyerek, muhabbet ve ikramlar için teşekkür ediyor, panayırın başka bir köşesine yöneliyoruz.

LUNAPARK ve büyük oyun çadırlarını oluşturanlar büyük çoğunlukta Roman. Hayrabolu, Babaeski, Havza, Büyükmandıra, Uzunköprü, Keşan, Süloğlu gibi Pavli’den daha küçük panayırlara da gidiyorlar. //5. bölüm sonu

PAVLİ-6*

Fotoğraflar: vahit akça - ihsan eroğlu

DÖRT GÖZLE BEKLENEN...

“BU panayırı asıl renklendirenler biziz.. Panayırın %40'ını Hayrabolu ve Çerkezmüsellimliler olarak bizler oluşturuyoruz. Okullar tatil, çünkü gidecek öğrenci yok, herkes burada, öğretmenler bile...’’

BÖYLE diyor Mustafa dayı... Çoğunluğunu Çerkezlerin oluşturduğu Çerkezmüsellim köyünden gelmiş. Enver Gökçe’nin ‘İbrahim’i sanki; ‘kaşının üstüne yan yıkmış kasketi, afili’... Ekonomik krizlere ve yaşanılan olumsuzluklara rağmen, Pavli panayırının kendileri için ne denli önemli olduğunu bir kez daha vurguluyor.. Oğlunu evlendirmek için iki arazisinden birini satmış olmasının verdiği sıkıntı bile neşesini pek bozamamış.

ÇADIRDAN oluşturulan çayhanedeki muhabbetin keyfi sürerken, davul ve zurna sesleri buraların efendisi benim edasıyla her daim çadırın içinde yankılanıyor.

Bizim ise, dışarıdan geldiğimiz her halimizden belli.. Bir anda etrafımız sarılıyor.. Plastik sandalyelerin arasına tabureler, ağızlıklara cigaralar sıkıştırılıyor. Çaylar söyleniyor, tespihler sallanıyor...

-Selamünaleyküm, hoşgeldiniz...

MİSAFİRLERE söylenen bu sözler, çadırı birkaç kez turluyor.. Her söylenişinin ardından, ‘Merhaba, hoşbulduk.’ diyoruz tek tek.. Tanışma faslı başlıyor sonra.. “Kimsin, nerelisin?” derken çayların biri geliyor, biri gidiyor.. İlerleyen dakikalarda gündeme damgasını vuran konular açılıyor.. Çingenelerin, Pomakların, Çerkezlerin yanyana oturup muhabbet ettiği çayhanede bazen de araya reklamlar girmezse olmuyor:

“ESKİDEN tren geçemezdi kalabalıktan be, otuz bin kişi olurdu burada, şimdi öyle mi ya..! Yine de neşemiz yerinde Allah’a şükür...”

PANAYIRIN en keyifli yanlarından biriydi çadır muhabbetleri.

MUHABBET arası tazelenen çaylarla birlikte, söz dönüp dolaşıp, sürekli yaşanan sorunlara takılıyor. Yeri gelmişken anlatıverilen sorunlar, içten içten yanan kor gibi dökülüveriyor sözcüklere. Muhabbeti koyulaştırdığımız çayhanenin devamlı müdavimlerini, panayırın başka bir bölümündeki “hayvan ve emtia pazarı”na mal ve hayvan getiren köylüler oluşturuyor. Genellikle yakın çevrelerdeki şehir ve köylerden geliyorlar. “ESKİDEN 800 milyonu trink bastırırlardı şu koca boğaya, şimdi 500 veren bile yok.” diyor Ovacık köyünden Süleyman dayı. Hızlı konuştuğu bir Trakya şivesiyle ve sempatik hareketleriyle tanıdığımız Müstecep ise, bir taraftan yanından ayırmadığı kırbacı ile oynuyor bir taraftan da parasızlıktan atına alamadığı yem için yakınıp duruyor.. Yine de çadırdaki en keyifli isim o:

..A bre Sülüman Aga
tut çakal beygiri
uralım yuları
sıkalım kolanı..


SORUNLAR ne kadar hissedilse de, derinliğine yaşanan bu çok renkli ve keyifli panayırın havasını bastıramıyor. Çünkü yılda bir kez yapılan bu panayır, yöre insanın her şeye rağmen en büyük eğlencesi ve umudu... “Bayramları” bir yerde.

ARTIK çoğu yok olmuş, bazılarıysa yok olmaya yüz tutmuş Trakya panayırları yanında, eski kalabalıkları göremese de, coşkusu ve renkliliğinden çok şey yitirmemiş Pavli Panayırı... Trakya insanı için bir şans olan bu panayıra gitmemek, çok büyük bir eksikliktir.

‘RÖMORK evler’de, çoluk, çocuk, kız, kızan, soğuk ve yağmur demeden, panayır boyunca buralarda kalınma fedakârlığına katlanılan böylesine renkli bir panayır, haliyle her sene dört gözle beklenir.
.........------------........ -BİTTİ-


Photobucket
Oğuz ARAL ustadan bir "Kapak Karikatürü Öyküsü..."
*resmin üzerini TIKLAYINIZ.!.
Oğuz ARAL ustanın kaleminden
bir "Kapak Karikatürü Öyküsü..."

MİZAH VE ŞİİR adlı BLOG internet sitemizde okuyucusuyla buluştu...

http://mizahvesiir.blogspot.com/

L@hm@cun

L@hm@cun
* L@hm@cun_mizah öykü - Blog İnternet Sitesi'nde yer alan ürünlerin; *haber, tanıtım v.b. durumlar dışında / 2. şahıslarca –herhangi bir biçimde- yayımlanması _ kullanılması izne bağlıdır ve yasaların öngördüğü haklara sahiptir. ***--> L@hm@cun.*mizah.öykü*....İLETİŞİM ADRESİ--> mizahvesiir@gmail.com