PhotobucketTELİF HAKLARI / "Bu Blog İnternet sitesindeki eserlerin, 05.12.1951 tarih ve 5846 sayılı FİKİR VE SANAT ESERLERİ KANUNU uyarınca eserden kaynaklanan mali ve manevi hakları eser sahiplerine aittir, izinsiz kullanılamaz." />>devam


13 Ocak 2008 Pazar

*yazarımız erdal çakıcıoğlu'dan bir öykü*

çekil sıradan
En doğrusu gece yola çıkmaktı. Böylece kızıyla birlikte sabah Çanakkale’ye varırlar, gereksiz birçok harcamadan da kurtulmuş olurlardı. Zaten başka şansları da yoktu. Üniversiteden istenecek harç parasını güçlükle denkleştirmişti. Yol ve yemek için harcayacakları parayı da eşten dosttan borç almıştı.
Bir gün önceden, kızıyla aynı üniversitenin aynı bölümünü kazanan öğrencisinin babasıyla görüşmüş, birlikte biletlerini almışlardı. Adamın emekli ikramiyesini yeni almış olması biraz rahatlatmıştı onu. Olmaz da bir terslik çıkar ve parası çıkışmazsa ondan borç alır ve İstanbul’a dönüşte öderdi. Gerçi arkadaşı bir gün önceden gitmeyi, orayı iyice gezip tanımayı, yurtları falan gözden geçirmeyi önermişti ama o, buna gerek olmadığını, bütün yurtların birbirine benzediği görüşünde diretmiş ve kayıt gününden bir önce, gece yola çıkmaya razı etmişti.
Yol boyu konuşur, zamanın nasıl geçtiğini bile anlamazlar diye düşünmüştü ama pek de öyle olmadı. Arkadaşı biraz alkollü gelmişti ve daha İstanbul’un sınırlarını çıkamadan uyuyakalmıştı. Çok geçmeden kızıyla öğrencisi de kendilerini uykunun çekici kollarına bırakmışlardı. O da uyumayı denedi ya, bir türlü gözüne uyku girmedi. Ne yapsa, hangi yana dönse işe yaramadı. Baktı ki olmuyor, çabalamaktan caydı ve camdan dışarıyı izlemeye başladı. Derin bir karanlık ve zaman zaman ortaya çıkıp büyüyerek yaklaşan, sonra da küçülerek uzaklaşan ışıklardan başka hiçbir şey göremiyordu. Arada sırada da hızla içinden geçtikleri küçücük kent ya da kasabalar. Hepsi birbirinin aynısıydı ve hepsi de derin uykudaydı.
Daha tan ağarmadan araba vapuruna varmışlardı. Otobüsleri sıraya girip vapurun yanaşmasını beklerken kendini ön kapıdan sabah ayazına bıraktı. Önce içi ürperdiyse de aldırmadı. İskeledeki uyuyamamış yolcuların tünedikleri sabahçı kahvelerinden birinin önüne attı kendini. Demli bir çay istedi. İçip toparlanmak istiyordu. İşte sabah olmuş ama bir damla uyku uyuyamamıştı. Belki içeceği çayla üzerine çöreklenen uyuşukluktan kurtulur, kendine gelirdi.
Daha çayından ilk yudumu almamıştı ki yol arkadaşı da gözlerini ovuşturarak yanına geldi.
- Yarasın. Ne o hocam? Erkencisin bakıyorum.
- Günaydın. Hiç uyumadım ki...
- Niye uyumadın? Hayın neydi?
- Bilmem... Ne yaptıysam, hangi yolu denediysem uyumayı başaramadım. Neyse... otur da bir çay iç.
Oturdu, arkadaşı. Kahvecinin masaya bıraktığı çayı büyük bir iştahla yudumlamaya başladı. Uyku iyi gelmiş, alkolün etkisinden kurtulmuştu. Ancak ağzında akşamdan kalma bir ekşilik vardı. Çay, daha bir ağırlaştırmıştı ağzındaki buruşukluğu. Bitiremedi bardağını, yarım bıraktı. Az sonra da sürücünün sesi gürledi:
- Sıramız yaklaştı, yolcu kalmasın!
Çay paralarını ödeyip arkadaşının arkasından otobüse bindi. Çocuklar hâlâ uyuyorlardı. Geçti, büyük bir özenle koltuğuna yerleşti. Kızını uyandırmaktan çekiniyordu. Öylesine tatlı uyuyordu ki... melek gibi. Vapurda yeniden indiler otobüsten. Feribotun salonuna gittiler yol arkadaşıyla birlikte. Arkadaşı uykusunu almış, çenesi de açılmıştı. Durmadan konuşuyor, atlamadığı konu kalmıyordu.
Dinlemiş görünüyordu ya, aslında dinlemiyordu onu. Aklı kızında kalmıştı. Uyanmış mıydı acaba? Eğer uyanmışsa, karnı da acıkmıştır. Acıksa da, acından ölse de söylemez, “Ben acıktım” demezdi küçük kızı. Diğer çocukları da demezdi aslında. Sıra dışıydı onun çocukları. Yokluğu, yoksulluğu bilerek büyümüşlerdi üçü de. Özentileri, garip istekleri, aşağılık duyguları yoktu. Analarının babalarının sıkıntı yaşamalarına, ezilmelerine dayanamazlardı üçü de. Çünkü biliyorlardı ki onlar için yaşıyorlardı ikisi de. Dünyaları onlardı.
O bu duygular içinde gelgitler yaşarken, kızı da uyanmış yanına gelmişti. Esniyordu. Daha uyku sersemliğinden kurtaramamıştı kendisini.
- Günaydın!
Sevgiyle sarıldı kızına, kolunu boynuna atarak göğsüne doğru çekti.
- Günaydın, minik kuşum... Acıktın mı?
Kızının yanıt vermesine olanak vermeden, yol arkadaşı girdi söze:
- Bizim hayta uyuyor mu hâlâ?
- Sanırım... hiç dikkat etmedim.
Yol arkadaşı çocuğunu uyandırmak için salondan çıkıp merdivenleri inerken, o da kızını kantine doğru sürükledi.
- Kaşarlı bir tosta ve sıcak bir çaya ne dersin?
- Acıkmadım daha, babacığım. Hem daha annemin yaptığı yolluk bile bitmedi.
- O dursun, kızım... daha çok yolumuz var. Hadi, benim de canım çekti, birer tost yiyelim.
- Sen ye babacığım, ben acıkmadım daha...
- Şimdi kızacağım ama...
Kızının direnmesine aldırmadan büfeye yanaştı. İki kaşarlı tost, iki çay ısmarladı.
Karşılıklı geçip oturdular.
- Sen hiç uyumadın mı baba?
- Nereden anladın?
- Gözlerinden. Kızarmış gözlerin.
- Uyuyamadım kızım...
- Neden?
- Bilmiyorum. Sanırım ilk kez bir çocuğumuz bizden ayrı bir kentte okuyacak, onun verdiği sıkıntıdan...
Kızı ne diyeceğini bilemedi. Çok duygulanmıştı. Bir şey söylese ağlayacağından, durduk yerde babasını üzeceğinden korktu, sesini çıkarmadı. Yalnızca sevgiyle babasının gözlerinin içine bakmakla yetindi.
Bir zaman oyalandılar büfede. Sonra ayazı içlerine çekerek dışarıya, vapurun güvertesine çıktılar. Üşüyünceye dek orada durdular. Uzaktan şavkıyan iskele ışıklarına baktılar bir zaman konuşmadan. Sonra da motorlarını çalıştırmaya başlayan otobüslerin olduğu bölmeye doğru indiler. Otobüse bindiklerinde, biraz önce oğlunu uyandırmak için otobüse gelmiş olan yol arkadaşının da uyuyakaldığını gördü, gülümsedi.
Otobüs vapurdan çıkıp yol boyunca ilerlerken, onun da göz kapakları ağırlaşmaya başlamıştı. Az sonra da uykusuna yenik düştü ve başını kızının omzuna koyup uyuyakaldı.
Çanakkale’de iner inmez üniversiteye gittiler. Daha erken olmasına karşın kayıt bürosunun önünde kuyruk oluşmaya başlamıştı. Gidip kuyrukta yerlerini aldılar. Onlar beklerken, yol arkadaşı gidip simit, poğaça türünden bir şeyler getirdi. Ayaküstü atıştırıp açlıklarını bastırdılar. O da az ilerideki kantinden her birine birer çay getirdi. Hep birlikte içtiler.
Kayıt bürosunun kapısı dokuzu epey geçtikten sonra açıldı. Açıldı açılmasına ya, memurların gelip yerlerini almaları, işe başlamaları onu bulmuştu. Sıra onlara geldiğinde de on bire yaklaşıyordu. Kayıt olacak öğrencileri kapıdan içeri aldılar, diğerlerine dışarıda beklemelerini söylediler. Onlar duvar kıyılarına tüneyerek çocuklarının çıkışını beklerken, çevrelerine özel yurtların adamları üşüşmüşlerdi. Her biri yurtlarının güzelliğinden söz ediyor, özelliklerini ballandırarak anlatıyordu. Birkaçının broşürünü alıp saldılar yanlarından. Az sonra da çocuklar ellerinde tomar tomar evrakla dışarı çıktılar. Ve her biri bir köşeye çekilip birbirlerinden yararlanarak doldurmaya başladılar. Bir kez daha girip çıktılar doldurdukları evraklarla.
Yeniden bir şeyler dolduruldu, yeniden girdiler içeri. Az sonra da veliler para yatırma kuyruğuna, çocuklar da kayıt kuyruğuna girdiler.
Kuyrukta beklerken, birkaç kez cebinden harç parasını çıkarıp saydı. Eksiği yoktu, ama yine sayma gereği duyuyordu. Sıra kendisine geldiğinde, parası elinde hazır, bekliyordu. Sıranın önüne geçer geçmez de kızının numarasını, bölümünü ve adını söyleyerek veznedeki bayan memura uzattı. Kadın parayı saydıktan sonra, yüzüne bakmadan, sanki vızırdanır gibi konuştu:
- On beş milyon lira daha bey efendi...
Neye uğradığını şaşırdı bir an. Kadın yanlış saymış olmalıydı parayı. Üsteledi:
- Orada yetmiş beş milyon lira var, hanım efendi... Lütfen bir daha sayın. Ben, en az üç kez saydım da verdim size.
O ana dek yüzüne bakmayan kadın, bıkkın bakışlarını yüzüne, gözlerinin içine dikti.
- Paranın miktarına bir şey dediğimiz yok, bey efendi... Harç parası tamam, ama siz on beş milyon lira daha vereceksiniz.
- O niye?
- Kayıt parası...
Kanı beynine çıkmıştı sanki. Öfkeyle elini önündeki yükseltinin üstüne vurdu.
- O da ne demek oluyor? Soygun mu yapıyorsunuz burada? O harç dediğiniz de kayıt parası değil mi? İki kez kayıt parası mı alınırmış?
Kadın neye uğradığını şaşırmıştı. Hiç böyle zorlusuna rastlamamıştı şimdiye dek. Ama onun da pes etmeye niyeti yoktu.
- Sen bilirsin, kardeşim. Ödemeyeceksen sıradan çık da insanları bekletme!
- Ne demek sıradan çık? Ben hepsinin adına konuşuyorum. O parayı verebilecek olan var, veremeyecek olan var. Yasal olmayan bir işlem yapıyorsunuz ve ben de bir yurttaş olarak buna karşı çıkıyorum! Hem gördüğüm kadarıyla aldığınız bu para için makbuz falan da vermiyorsunuz...
Kadın iyice köşeye sıkıştığını anlamıştı. Bu adamdan kolayca kurtulamayacaktı. Bir şeyler yapmalı, onu saf dışı bırakmalıydı. Oturduğu yerden kalkarak onun omzunun üzerinden kuyrukta bekleyenlere baktı. Sesini onlara duyurarak konuştu:
- Kuyruktakilerin adına konuşuyorsunuz ama, sayenizde bunca insan bekliyor bey efendi!
Döndü, kuyrukta bekleyenlerin kendisini desteklemesini bekledi. Ses çıkmayınca, yeniden konuştu:
- Tezgâhı kurmuş, on beş milyon lira da haraç kesiyorlar arkadaşlar... ben de ona karşı çıkıyorum.
Arkalardan bir kadın sesi yükseldi:
- Ödemeyeceksen sıradan çekil be kardeşim!
- Çekil de işimizi görelim!
- Akşamı edecek değiliz herhalde!
Bekledikçe karşı çıkanlar artıyordu. Hemen arkasında duran arkadaşı da sıkılmıştı beklemekten. Ağzını kulağına yaklaştırarak fısıldadı:
- Hocam, paran yoksa ben vereyim...
İyice öfkelenmişti. Yol arkadaşına çıkıştı:
- Var arkadaşım, var olmasına var da kaz gibi yolunmayı içime sindiremedim.
- Ama böyle kavga ederek de bir sonuca varamayacaksın. Yatırmayacaksan çekil de insanları engelleme bari!
- Sen de mi?
Döndü, alayla gülümseyerek gözlerinin içine bakan kadına baktı. Sesini çıkarmadan elini ceketinin iç cebine daldırdı. Cüzdanını çıkardı. On beş milyon lira çıkararak kadına uzattı:
- Al kardeşim, helal olsun! Aslında az bile alıyorsunuz, üzerimizdekileri de alırsanız, bizi dışarıya çırılçıplak salarsanız daha çok sevineceğim!
Kadın sesini çıkarmadı. Yetmiş beş milyon lira için bir makbuz hazırladı, kaşeledi, önüne sürdü. O sıradan çıkana dek de sesini çıkarmadı. Biraz uzaklaşınca homurdanmaya başladı:
- Sabah sabah nereden çıktı bu dengesiz? Sinirlerimi oynattı! Şimdi gel de bu sinirle akşama dek çalış!
Yol arkadaşı durumu düzeltmeye çalıştı:
- Kusuruna bakmayın, yol yorgunu...
Kadın, üstün çıkmanın gururuyla sesini daha da yükseltti:
- Bana ne canım? Her yol yorgununa, her deliye hesap vermek zorunda mıyım yani? İşte rektörlük orada, maçanız yiyorsa gidin de ondan hesap sorun! Aslında böylelerinin çocuklarını da okula almamalı, ya anarşist olurlar ya da komünist! Armut dibine düşer diye boşuna dememişler...
Yol arkadaşı sesini çıkarmadan işlemini tamamlattırıp oradan ayrıldı. Çıkaramazdı da. Çünkü sıradakiler koro halinde kadına hak veriyorlardı:
- Böyleleri yüzünden geliyor, başımıza ne geliyorsa!
- Kendine güvenmiyorsan çocuğunu okutmayacaksın kardeşim!
- Daha ne! Bize yitirttiğin zamanın hesabını kim verecek? Sen mi?
- Nereden çıkar bu adamlar, anlamadım ki!
- Aslında bir ikisini sallandıracaksın, bak bir daha konuşuyorlar mı?
.................. -BİTTİ-

L@hm@cun

L@hm@cun
* L@hm@cun_mizah öykü - Blog İnternet Sitesi'nde yer alan ürünlerin; *haber, tanıtım v.b. durumlar dışında / 2. şahıslarca –herhangi bir biçimde- yayımlanması _ kullanılması izne bağlıdır ve yasaların öngördüğü haklara sahiptir. ***--> L@hm@cun.*mizah.öykü*....İLETİŞİM ADRESİ--> mizahvesiir@gmail.com