15 Ocak 2009 Perşembe
SEN TAVUK YİYEMEZSİN *ÖYKÜ *Sezer ODABAŞIOĞLU
Bu kez kararlıydım. Her ne pahasına olursa olsun, bugün pilav üstü nohut yemeyecektim. Bir yıldır, ay başlarında domates çorbası içmekten ve pilav üstü nohut yemekten gına gelmişti. Kaç zamandır, aklıma pilav üstü nohut geldikçe mideme kramplar girer olmuştu. Eh, bu ay başında da kendime dört başı mamur bir yemek ziyafeti veremezsem yuh olsundu bana artık.
Bakkal, kasap, manav ve kira giderleri toplamını usumdan atar atmaz, ani bir hareketle lokantaya girdim.
Lokanta, tertemiz ve sıcacıktı. Dışarıda, iliklerime dek üşümüştüm. Yüzüme çarpan sıcaklıkla bir an rahatladım ve sersemledim. Öylece, kapı ağzında kalakaldım.
Ardımdan, lokantaya giren üç müşteriden birinin omuz darbesiyle kendime geldim. Biraz kızdım, biraz utandım. Bana çarpan yüzüme baktı; ama, bir özür bile dilemedi. Sonra arkadaşlarının peşinden yürüdü. Arkadaşlarıyla birlikte bir masaya oturdu.. Bu arada, ben de sağ köşedeki masalardan birine oturdum.
Masama oturur oturmaz, garson gelip hemen servise başlayacak sanıyordum; ama, yanılmışım. Ne gelen, ne de giden oldu. Beklemeye başladım. Keşke, daha önceki ay başlarında gittiğim lokantaya gitseydim... Bu kadar çok beklemezdim. Oranın garsonları, daha ben kapıdayken karşılarlar, masamı gösterirler, hatta, çorbamı ve pilav üstü nohudumu çoktan getirmiş olurlardı. Beklemekten sıkıldım ve birden keyfim kaçtı. Sıkıntıyla çevremi incelemeye başladım. Pek fazla çatal, kaşık sesleri gelmiyordu; ama, benden başka herkes yemeklerini yiyordu. Bir ben bekletiliyordum ya da bana öyle geliyordu. Az önce bana çarpan ve arkadaşları da, iştahla iskenderlerini yiyorlardı. Birden imrendim ve karar verdim. Ben de, kendime bir iskender ziyafeti çekecektim. Hem de bir buçuk iskender yiyecektim.
Fakat, geciken ilgiden midir nedir, midem hem kazınmaya hem de ağrımaya başladı. Midemi ovuşturmaya başladım. Bu arada, birden ilçedeki yankesicilerin varlığı usuma düştü. Hep anlatırlardı. Buranın cepçileri şık giyimli ve kibar olurlarmış. Az önce adamın biri bana omuz vurmuştu. Sakın? Kuşkuyla bana çarpan adama baktım. Adam, durmaksızın iskenderini atıştırıyordu. Telaşla cüzdanıma el attım. Cebimdeydi. Çıkardım. Masa altında gizlice aylığımı saydım. Tüm param tamamdı. Rahatladım ve derin bir nefes aldım. Kendimden de utandım.Yine garsonu beklemeyi ve çevreme göz gezdirmeyi sürdürdüm.
Karşı masalardan birinde, şişman bir bey, oburluk derecesindeki iştahıyla haşlanmış tavuk yiyordu. İlgimi çekti. Az önce, bu şişman beyi görmemiştim. Ben midemle ve cüzdanımla ilgilenirken mi gelmişti ne. Allahım, o ne iştah, o ne yiyişti öyle. Sanki, kıtlıktan çıkmış gibiydi. Gözümü alamıyordum. Çatalı, bıçağı bir yana atmış, on parmağıyla yiyordu. Çenesi de yağlanmıştı. Bir an, kendisini izlediğimin farkına vardı, sanırım. O da bana göz ucuyla şöyle bir baktı; ama, umursamadı. Tavuğun budunu yakalayıp iki lokmada sıyırdı. Farkında olmadan yutkunmuşum. Utandım kendimden. Kapanmak üzere olan iştahım yeniden açılmıştı. Midem gurulduyordu ve her yanıma ateş basmıştı. Şişman beyin iştahı, kararımı etkilemişti. O anda, ben de haşlanmış tavuk yemeye karar verdim.
Garson da, nerede kalmıştı böyle? Sinirlenmeye başlamıştım artık. Tam seslenecektim ki, dibimde bitiverdi:
“Kusura bakma, hocam... Beklettik,” diyerek özür diledi.
Benim de, o anda hoşgörürlüğüm ve kibarlığım tuttu:
“Önemli değil, önemli değil,” dedim.
Yemeklerini bir papağan gibi ezberden saymaya başladı:
“Mercimek, domates, işkembe, taze fasulye, kıymalı yumurta, biber dolma,” derken susturdum:
“Gerek yok, gerek yok,” dedim. “Sen, bana bir bütün haşlanmış tavuk getir.”
Şaşırdı. Yüzüme baktı:
“Ama, sen tavuk yiyemezsin hocam,” deyince telaşlandım.
Hevesim kursağımda kalıyor sandım:
“Neden? Kalmadı mı? Yok mu yoksa,” dedim.
Gözüm, yine şişman beye kaydı. Tavuğunu çoktan bitirmiş, koca koca lokmaları, tavuk suyuna batırıp batırıp yutuyordu.
“Var, var hocam da... Sen yiyemezsin.”
Zayıflığım suçlanıyor sandım. Sinirlendim:
“Yerim, yerim... Sen, benim zayıf olduğuma bakma. Ben, bu halimle tavuk da yerim, kuzu da.”
“Maşallah... Hiç göstermiyorsun ama, hocam.”
İlk kez, zayıf olduğuma üzüldüm: “ Keşke, biraz toplu olsaydım... Garson bile halime acıdı, bak,” diye düşündüm. Sonra:
“Aslında buldum mu, çok yerim ben,” diyerek kendimi savundum, hiç gereği yokken.
Hizmette geciktiği yetmezmiş gibi bir de müşterilere ne yiyemeyeceğini
söyleyen bu garson, canımı iyice sıkmıştı artık:
“Müşterilerin ne yiyip ne yemeyeceğine sen mi kara verirsin hep böyle,” diyerek çıkıştım.
...... Çekindi:
“Yoo, hocam... Estağfurullah, estafurullah da,” dedi.
“Eee, öyleyse,” dedim, sesimi yükselterek.
“Tamam hocam, tamam... Size bir yarım tavuk,” deyince çılgına döndüm, bu kez.
“Bende yarım insan hali mi var? Çabuk, bana bir bütün tavuk getir, diyerek çıkıştım.
Garson, çıkışmama şaşırdı ve birden telaşlandı:
“Tamam hocam, tamam. Siz bilirsiniz,” diyerek sıvıştı.
Şunun şurasında, ağız tadıyla bir tavuk yiyelim, demiştik... Onu da bir garson parçası burnumdan getirmişti. Sinirden titriyordum. Böylelerini nasıl garson yaparlardı, bilmem. Hem saygısız, hem de pişkindi. Olur şey değildi. Benim tavuk yiyip yiyemeyeceğimi nereden bilebilirdi?
“Başıma medyum mu kesildin, ukala şey? Ben, öyle bir tavuk yerim ki, ne derisini ne de gerisini bırakırım. Sen, ne bilirsin... Siler süpürürüm evelallah. Zayıfsam zayıfım, n’olmuş yani. Zayıfların tavuk yiyemeyeceği hakkında ayet mi var? Nasıl tavuk yenirmiş, sen getir de gör, bak. Ulan, ben istesem tavuk yeme yarışına bile girerim. Zayıfsam zayıfım... Kim, ne der? Benim zayıflığım yememekten değil ki... Elimde değil, yakıyorum işte. Ne yapayım? Sen, hele bir tavuğu getir. Bak, gör o zaman... Ne yapıyorum ben, o tavuğu.”
Sinirimi hoplatan garson, yine yanıma gelmeye cesaret edememiş olacaktı ki, kısa boylu bir garson getirdi, haşlanmış tavuğumu. Servis yaptıktan sonra:
“Afiyet olsun hocam,” dedi kibarca ve uzaklaştı.
Ardından:
“Teşekkür ederim,” dedim.
Sonunda, haşlanmış tavuğumla baş başa kalmıştım. Çevreme bakındım. Lokantada benden başka kimse kalmamıştı.Haşlanmış tavuğumu rahat rahat yiyebilirdim, artık. Kavgaya girer gibi saldırdım, tavuğa: “Ben, tavuk yiyemezmişim ha! Ben, tavuk yiyemezmişim ha! Seyret, bak...Nasıl tavuk yenirmiş. Gör... Gör de, insanlar hakkında önyargılı olma bir daha. Zayıfımdır ama, iştahım yerindedir evvel Allah. Ben, bu iştahla değil bir tavuk, bir kuzuyu bile deviririm. Sen, ne sandın beni?”
Hırsla ve çabuk çabuk beyaz et parçalarını koca koca lokmalar halinde mideme indirmeye başladım. Sinir garson, göz ucuyla beni izliyordu. Bu, çok hoşuma gitmişti. Garsona dersini veriyorum düşüncesiyle şımardım. Kısa sürede, tavuğun ne derisini ne de gerisini bırakmadım. Sadece, suyu kalmıştı. Suyunu bırakır mıydım hiç. Bırakmadım. Az önce imrendiğim bey gibi tavuk suyunu da hallettim. Bir bütün tavuktan geriye sadece kemikleri kalmıştı. Zafer kazanmış bir kumandan gibi onurlandım. Tavuğun üstüne, tatlı iyi giderdi. Kısa boylu garsona işaret ettim.
Bu garson, çok saygılıydı:
“Buyur, hocam,” dedi saygıyla.
“Bir kalburüstü,” diyerek tatlımı istedim.
Garson:
“Hemen hocam,” diyerek gitti.
Tatlımı getirdi ve çekildi. Kalburüstünü dört çatal darbesiyle hallettim. Buz gibi bir bardak suyu da ardından gönderdim. Ziyafet tamamdı. Onurlandım. Sigaramı da dışarıda içecektim. Yavaş yavaş toparlandım. Kapı ağzındaki kasiyere yaklaştım. Yediklerimi bilen kasiyer, benden öyle bir hesap istedi ki, titredim. Renkten renge girdim. Dahası, oracıkta düşüp bayılacağım sandım. Altı üstü, bir tavuk, bir kalburüstü yemiştim. Bu, ne kabarık hesaptı böyle!
Sinir garsona, şöyle göz ucuyla bir baktım. Kollarını göğsünde kavuşturmuş: “Ben, sana, sen tavuk yiyemezsin hocam, demiştim. Ama, sen beni dinlemedin. Oh olsun, sana,” der gibi bakıyordu.
Bozguna uğramış gibiydim.Yıkılmışlıkla garsonla göz göze gelmekten çekindim. Umarsız hesabı ödedim ve kaçarcasına lokantadan çıktım.
Bir daha kendime ziyafet çekmek mi? Tövbeler olsun. Ben tavuk değil, tavuk beni yemişti, sanki.
*BİTTİ*